Hayatın anlamına dair

Bazen hayata geç kalmış gibi hissedebiliriz.

Bulunduğumuz noktadan memnun olmayabilir, akranlarımızla kendimizi kıyaslayabilir, hatta aynı şeyleri tekrar tekrar yaşıyor olabiliriz.

Bir de üzerine kendimizi suçlamaya başlarsak işin içinden iyice çıkamaz hale geliriz.

Bu yanılgıya düşmemizdeki en önemli sebep; hayatı algılama biçiminin herkes için farklı olduğunu unutmamızdır.

Kimisi için hayatın amacı çevresindekilere faydalı olmakken başkasınınki sadece para kazanmak olabilir.

Hayatın amacı, büyük ölçüde kişinin çocukluk yaşantısında şekillenir.

Çocuk, hangi davranışından sonra ebeveynlerinden takdir görüp ödüllendirilmişse beyni benzer her davranıştan sonra mutluluk hormonlarından biri olan dopamin salgılamayı öğrenir.

Dolayısıyla yetişkinlik hayatında da bu koşullanmayı sürdürmeye devam eder.

Çocuk; fakirliği mutsuzluk olarak kodlamışsa, yetişkin olduktan sonra da para kazanmaya yönelik her davranışı anlamlı bulur.

Hayat da zaten anlam’dan ibarettir.

Kendini hayatın gerisinde kalmış gibi hisseden kişi, hayatının amacını henüz bulamamış olabilir.

Çünkü bunu sorguluyorsa beyni yeteri kadar dopamin üretmiyor demektir.

Mutlu olmanın en tatminkâr yollarından biri hayatın akışında kendini kaybetmektir.

Bunun için de kişi, kendisi için neyin anlamlı olduğunu bulmak zorundadır.

Ancak o zaman yüksek dopamin vadeden bir yolculuğa çıkmak için gerekli motivasyonu bulur.

Yola çıktıktan sonra da hiç sorgulamadan kendini akışa teslim edebilir ve hayattan zevk almaya başlar.

Neyin anlamlı olduğunu bulmanın çeşitli yolları vardır.

Bunun ilk ve belki de en önemli olanı dışarıya bakmayı bırakıp kişinin kendi içine bakmaya başlamasıdır.

Kendini hiç tanımayan, becerilerinden ve zevklerinden bihaber olan insan dışarıya baktıkça sadece mutsuzluk görür.

Çünkü kendini temelsiz bir şekilde başkalarıyla kıyaslar, kendi imkân ve limitlerinden habersiz girdiği her kıyaslamadan kendini suçlayarak çıkar.

Bunun yerine kişi önce kendini tanımaya çalışırsa, ne yaparken keyif aldığını fark eder.

Avantaj ve dezavantajlarının bilincinde olan biri ise yaparken keyif aldığı şeyi nasıl, nerede, ne ölçüde, kiminle yapabileceğine dair fikir sahibi olur.

İşte tam da bu noktadan sonra dışarıya bakma zamanı gelir.

Daha önce benzer yollardan geçerek, benzer şeyler yaparak çevresine örnek olmuş kişilerin hayat hikayelerini öğrenmek kişiye ilham verebilir.

Kimi takdir ettiğimiz, örnek aldığımız, hatta idol olarak gördüğümüz hayata bakış açımızı da ortaya koyar.

Tüm bunlar yerine oturduğumuz yerden kendimizi veya daha da kötüsü yakınlarımızı suçlamak, çevreye olumsuzluk yaymaktan başka bir işe yaramaz.

Kendi içinize dönmekte zorluk yaşıyorsanız, çocukluğunuza dair anıları hatırlayamıyorsanız ve kendinizi yeteri kadar tanımadığınızı düşünüyorsanız danışmanlık alabilirsiniz.

Danışmanlık sürecinde bir ruh sağlığı uzmanının soracağı yönlendirici ve analitik sorular sayesinde kendinize dair yıllardır farkında olmadığınız şeyleri keşfedebilirsiniz.

Bu sayede hayatta neyi anlamlı, neyi anlamsız bulduğunuza dair fikirleriniz netleşir.

Dolayısıyla artık kendinizi suçlamaktan vazgeçip anlamlı bulduğunuz şeyin peşinde koşmak için gerekli motivasyonu kazanmış olursunuz.

Geriye de sadece bu anlamlı ve tatminkâr yolun akışında kendinizi kaybetmek kalır.

Danışmanlık hakkında bilgi ve randevu almak için aşağıdaki butona tıklayabilirsiniz.

Kadın bekaretine dair

“Doğru insanı bekliyorum” cümlesi, genelde belli bir yaşa gelmesine rağmen henüz cinsel birleşme yaşamamış kadınların kendilerine anlattıkları bir masaldan ibarettir.

Zira doğru insan diye biri yoktur.

Doğru insan‘dan kastedilen aslında beni üzmeyecek biri‘dir.

İnsanın düştüğü en büyük yanılgılardan biri; üzüntüden, acıdan, zarar görmekten kaçabileceğini sanmasıdır.

Her şey zıttıyla var olur.

Üzüntü yoksa sevinç de yoktur.

Zarar yoksa fayda da yoktur.

Acı yoksa haz da yoktur.

Olumsuz duygulardan kaçmak için insanın kendini bir şeylerden mahrum etmesi, hayatı ıskalamasına sebep olur.

Hele hele mahrum olunan şey cinsellik gibi birbirini seven iki insanın yapabileceği en güzel şey ise…

Cinselliğini yaşamayan insan varlığını inkâr eder.

Kimseye kendini olduğu gibi gösterme imkânı bulamaz, kimseyle gerçekten bağlanamaz.

Cinsel ilişki esnasında bütün maskeler düşer; kişinin öz’ünü ardında sakladığı tüm perdeler kalkar.

Sizi seven kişi, dışarıdan nasıl göründüğünüzü değil; gerçekte kim olduğunuzu görme fırsatı bulur.

Aslında bu yüzden kişi cinsel ilişkiden kaçınır.

Bu kaçınmanın ardında;

“Ya beni olduğum gibi kabul etmezse?”

“Ya gerçekte olduğum kişiyi beğenmezse?”

“Ya beni terk ederse?” korkuları yer alır.

Ancak korkularıyla yüzleşmeyen insan kendini güçsüz, yetersiz ve değersiz hisseder.

Üstelik sizi olduğunuz gibi kabul etmeyen biriyle yollarınız ne kadar erken ayrılırsa o kadar kârdasınız demektir.

Zira telafisi olmayan tek şey zamandır.

Ayrıca uzun süre cinsel ilişkiye girmemenin hem psikolojik hem de biyolojik zararları vardır.

Psikolojik zararlar arasında:

1- Stres ve kaygı seviyesinin artması

2- Özgüven düşmesi

3- Berrak düşünememe

4- Hayattan alınan zevkin azalması

5- Kontrolcülüğün artması sonucu kişinin kendini akışa bırakamaması

…gibi sonuçlar görülür.


Biyolojik zararlar arasında ise:

1- Bağışıklık sisteminin zayıflaması

2- Tansiyon yükselmesi

3- Kronik psikosomatik ağrılar

4- Pelvik taban kaslarının güçsüzleşmesi

5- Sağlıksız uyku düzeni

6- Zayıf hafıza

…gibi etkiler yer alır.


Cinsel birleşmeden kaçınmanın psikolojik olduğu kadar ahlâki ve biyolojik sebepleri de vardır.

Ahlâki sebeplere “orospu” damgası yemekten korkmak, biyolojik sebeplere ise cinselliğe dair bilgi sahibi olmamak gibi örnekler verilebilir.

İnsan bilmediği şeyden korkar.

Cinsel terapi sayesinde şimdiye kadar cinsel ilişkiye girmekten kaçınmanızın psikolojik sebeplerine ışık tutabilirsiniz.

Ahlâki önyargılarınızı cinsel terapi ile yıkabilir, sağlıklı bir cinsel hayat hakkında en doğru bilgilere sahip olabilirsiniz.

Böylece partnerinizle cinsel ilişkiye girmekten korkmaz, birlikteliğinizi çok daha derin ve sağlam temeller üzerine kurabilirsiniz.

Cinsel terapiye dair bilgi ve randevu almak için aşağıdaki butona tıklayabilirsiniz.

Yakın ilişkilerde etiketlemek

Etiketlemek, dünyayı algılamamızı kolaylaştıran bir eylemdir.

Olayları, kişileri veya davranışları “iyi/kötü, güçlü/güçsüz” gibi konseptlerle etiketlediğimiz anda artık o şey her ne ise; gerçekteki çok boyutlu halinden sıyırıp tek boyuta indirger ve bütün potansiyelini o etiketin çerçevesi içine sınırlamış oluruz.

Tek boyuta indirgenmiş konsepti de zihnimizdeki “iyi şeyler” veya “kötü davranışlar” gibi klasörler altına yerleştirerek artık o şeye olduğu gibi değil, zihnimizdeki filtrelerin ardından bakarız.

Bu dinamik, binlerce yıl önce dünya çok daha tehlikeli bir yerken hayatta kalma şansımızı artıran ilkel bir genetik mirastır aslında.

Hayatta kalmak için avlanmak zorunda olan bir canlının, çalıların arkasından gelen tıslama sesi üzerine oturup tefekkür edecek vakti yoktur.

Yılanı, zihninde “tıslayan tehlikeli şeyler” konseptine oturttuğu için zaman kaybetmeden önlem alma imkânı kazanmış olur.

Ancak dünya eskisi kadar basit bir yer değil; yerleşik hayat ve gelişen teknoloji insanlar arası ilişkileri oldukça karmaşık bir hâle getirdi.

Evrimsel gelişim hızımız, medeniyetin gelişim hızına yetişemedi.

Bu yüzden yakın ilişkilerimizde de olayları, davranışları ve kişileri olduğu gibi değil; zihnimizdeki tek boyutlu konseptlerle yorumlarız.

Bu da çoğu zaman yanlış anlama, kişiselleştirme, abartılı tepki, aşırı genelleme gibi yakın ilişkilere zarar veren davranışlara sebep olur.

Bu durumun önüne geçebilmek için hayatı otomatik pilotta değil, bilinçli farkındalık düzeyinde yaşamak gerekir.

Bilinçli farkındalık düzeyinde 7/24 kalmak tabii ki imkânsızdır, otomatik pilota geçmek zihnimizi dinlendirir ve basit eylemleri daha hızlı yapmamıza olanak tanır.

Ancak yakın ilişkilerimizde bilinçli farkındalığımızı ne kadar artırırsak, ilişki içinde olduğumuz kişiyi zihnimizdeki tek boyutlu konsept vasıtasıyla değil; gerçekte olduğu gibi çok boyutlu haliyle görme imkânımız da bir o kadar artar.

Böylelikle ilişkiyi zihnimizdeki konseptle değil, gerçekte var olan kişiyle yaşamaya başlayabiliriz.

Bilinçli farkındalık seviyemizi artırmanın çeşitli yolları vardır, bunlardan biri de terapi almaktır.

Terapi esnasında kim olduğumuz, ne istediğimiz, nelerden hangi sebeple hoşlanıp hoşlanmadığımıza dair muğlak düşüncelerimiz netleşir.

Bu sayede kiminle ne şekilde ilişki yaşamamız gerektiğine dair kafamızda bir yol haritası oluşur.

Sorunlu ilişkilerden kurtulup uyumlu ve tatminkâr ilişkilere doğru yelken açmak tamamen bizim elimizde…

İlişki danışmanlığı randevusu almak için aşağıdaki butona tıklayabilirsiniz.

Birey olamamak

Türkiye toplumcu bir ülke.

Her şeyin olduğu gibi bunun da avantaj ve dezavantajları var.

En büyük avantajının toplumsal dayanışma olduğunu söylemek yanlış olmaz.

Bireyci birçok ülkede komşular arası yardımlaşma bir tarafa, aile içi destek bile çoğunluk tarafından benimsenmiş bir tutum değil.

Türkiye gibi toplumcu ülkelerde ihtiyacı olana destek olmak, zor durumdakine yardım etmek daha sık görülen şeyler.

Ancak yine her şeyde olduğu gibi bu konuda da bir denge gerekli.

Kantarın topuzu, toplumculuk kutbuna doğru fazla kaçarsa; mahalle baskısı, el âlem ne dercilik, başkası için yaşama gibi fenomenler baş gösterir.

Bu durum, olumsuz geri besleme döngüsü yaratır.

Bu döngüde:

1- Toplumsal baskıyı birey içselleştirir.

2- Kendi hayatını toplumsal baskıya göre şekillendirir.

3- Aynısını çevresine, özellikle de sözünün geçtiği ve gücünün yettiğine dayatır.

4- Dayatılan kişi, ucunda konfor gibi bir ödül varsa baskıya boyun eğer ve içselleştirir.

5- Döngü aynı şekilde devam eder…


Peki bu döngünün dördüncü maddesindeki konfor ne olabilir?

Kişinin hayatını kolaylaştıran herhangi bir şeyden söz edilebilir.

İş imkânı, idealize edilen birinin onayı ile duyulan manevi tatmin, uğruna emek harcanmamış maddi gelir, ev işi gibi kişisel sorumlulukları başkasının yapması ve daha birçok şey…

“Toplumun en küçük yapı taşı olan aile” klişesinde de görebileceğimiz gibi bu baskı çoğu zaman ailede başlar.

Özellikle aşırı ilgili ve korumacı ebeveynlerin kurduğu ailelerde çocuklar konfor alanında yetiştirilir.

Ebeveynler ve çocukları arasında gizli bir anlaşma imzalanır.

Bu anlaşmanın ebeveynler tarafından dayatılan, çocuklar tarafından da uyulan tek bir şartı vardır:

“Bizim istediğimiz gibi yaşar, hayatınızın yönünü bizim arzularımıza göre tayin ederseniz size sunduğumuz konfordan faydalanabilir ve zorluk yüzü görmezsiniz.”

Çoğu insanın reddedemeyeceği bir tekliftir.

Özellikle küçük yaşlarda -biraz da zorunluluktan- kabul edilir.

Sorgulanmadığı takdirde yetişkinlik hayatı boyunca da sürdürülür.

Ebeveynin istediği kıyafetleri giymekle başlar, onların istediği okullarda onların istediği bölümler okunur, sonra da onların istediği insanla evlenilir.

Burada tabii ki bitmez, evlenene kadar kişinin hayatını ebeveyni yönetmişse evliliğini de ebeveyni şekillendirir.

30’lu yaşlarına gelmek üzere olan iki yetişkin insanın yaşayacağı evin perdelerinin rengine bile ebeveynleri karar verir.

Ne zaman ve kaç tane çocuk yapacaklarına, hatta isimlerine bile eşlerin anne-babaları karışır.

Bu yolun sonu kimliksizleşmeye ve bir noktada pişmanlığa çıkar.

Çünkü hayatı boyunca kim olduğuna, ne istediğine, onu neyin mutlu edeceğine kafa yormak zorunda kalmamıştır.

Kendisi için seçilen yolda dış motivasyonla yürümüştür.

Ne zaman ki dış motivasyon etkisini kaybeder, artık eskisi kadar maddi veya manevi tatmin sağlamaz; o zaman sorgulama başlar.

Bu yolda uzun süre sorgulamadan yürüyen çoğu insan kimliksizleştiğinin farkında bile değildir.

Pişmanlığını da kabullenmek istemez, bastırır.

Tabii bastırılan her şey bir gün -farklı şekillerde de olsa- açığa çıkar.

Bu farklı şekillere boyun-sırt-omuz bölgelerinde ortaya çıkan psikosomatik ağrılar, sağlıksız yeme alışkanlıkları, anksiyete, depresyon, öfke patlamaları, hatta panik atak bile örnek verilebilir.

Evladını seven bir ebeveynin onu koruma ve ilgi gösterme içgüdüsü son derece sağlıklıdır, ancak bunun dozajı önemlidir.

Çocuğunun yapabileceği şeyleri onun yerine yapan bir ebeveyn; uzun vadede özgüvensiz ve beceriksiz bir insan yetiştirir.

Çünkü evladı hiçbir zaman gerçek hayatın zorluklarına maruz kalmamıştır, işini kolaylaştıran ebeveyni her zaman koruyucu melek gibi dibinde bitmiştir.

Zorluğun olmadığı yerde gelişimden söz edilemez.

Üstelik kendi sorumluluklarını üstlenmeyen birinin egosu da şişer.

Böyle biri evden dışarıya, farkında olmadığı bir ön kabulle çıkar.

Bu ön kabul, kişinin bilinçdışında şunları tekrar edip durur:

“Ben kendi bulaşığını yıkamak, odasını toplamak, çamaşırını yıkamak zorunda olan biri değilim. Bunları benim yerime başkası yapmak zorunda.”

Bu illüzyon, evden dışarıya çıkıp gündelik hayata karışınca darmadağın olur.

Aşırı ilgili ebeveyninin kendisi için yarattığı cennet bahçesinden gerçek dünyaya düşen kişi, huzursuzluk duyar.

En sık karşılaşılan refleks, cennet bahçesine geri dönmektir. Kolay olan budur.

Ancak bu yolun nereye çıktığına yukarıda zaten değinmiştik.

Doğru olan, kişinin kendi sorumluluklarını üstlenmesidir.

Tabii ki herkes sadece kendi işini yapmak zorunda değil, özellikle aynı hanede yaşayan aile üyeleri sorumluluk paylaşımı yapabilir.

Burada kritik olan şey, sorumluluk paylaşımının âdil olmasıdır.

Aşırı ilgili ve korumacı ebeveyn, doğası gereği fazla sorumluluk almaya meyillidir.

Kişi; ileride kimliksizleşmek, pişmanlık, öğrenilmiş beceriksizlik, düşük özgüvene rağmen şişkin ego gibi dertlerden muzdarip olmak istemiyorsa kişisel sorumluluklarını gönüllü bir şekilde üstlenmelidir.

Bunu yapan insan zamanla kendini tanır, neyi sevip neyi sevmediğini anlar, yeteneklerinin farkına varır, üstesinden geleceği zorluklar sayesinde yeni beceriler kazanır, kendi tercihlerini içsel bir motivasyonla kendisi yapar.

Bu yolun sonu yüksek ve gerçek bir özgüven sayesinde sağlıklı bir egonun hüküm sürdüğü, pişmanlığın olmadığı bir hayata çıkar.

Sorumluluklarınızı üstlenmekte zorlanıyor veya aşırı ilgili ebeveyninizle sınırlarınızı belirlemekte sorun yaşıyorsanız profesyonel destek alabilirsiniz.

Profesyonel bir ruh sağlığı uzmanı ile birey olma yolunda daha güçlü ilerleyebilir, kendi sorumluluklarınızı yerine getirmek için gerekli iç motivasyonu bulabilir ve ebeveynlerinizle aranıza sağlıklı sınırlar çizebilirsiniz.

Danışmanlık hakkında detaylı bilgi ve randevu almak için tugrulkatkak@gmail.com adresine e-posta gönderebilir veya aşağıdaki butona tıklayarak WhatsApp üzerinden iletişime geçebilirsiniz.

Diğer yazıları için tıklayınız.

Evlenmeden birlikte yaşamak

Evlenmeden önce birlikte yaşayan çiftlerin ayrılma ihtimalleri büyük oranda artar.

Bunun en önemli sebebi basıp gitmenin kolay olmasıdır.

“Birbirini seven insanlar neden basıp gitsin ki?”

Yakınlıktan ötürü.

Kulağa her ne kadar ironik gelse de “çok muhabbet tez ayrılık getirir” atasözünü hatırlamak yerinde olur.

Kimse mükemmel değildir.

Kimsenin mükemmel olmadığı gibi, birbirine %100 uyumlu hiçbir çift de yoktur.

Yakın ilişki içinde olan herkes, zamanla birbirlerinin kusurlarını görmeye başlar.

Bir müddet sonra bu kusurlar görmezden gelinemeyecek kadar ön plana çıkar.

Aynı evi paylaşan ve birbirlerinin kusurlarının farkında olan her insan doğal olarak bunu dile getirme ihtiyacı duyar.

Bir insanın kendi kusurlarıyla yüzleşmesi ve onları kabul etmesi oldukça zordur.

İşte o noktada bir yol ayrımına gelinir.

Ya “evet, ben kusurluyum” denir ya da “sen kusurlusun” diyenden uzaklaşılır.

Uzaklaşmak daha kolay olduğu için çoğu insan bunu tercih eder.

Çünkü kusurunu kabul eden insanın değişmesi ve kusurlarını gidermeye çalışması gerekir.

Değişim ve gelişim yolu, uzun ve meşakkatli bir yoldur.

Sonunda mükafat olmayan bir yola kimse çıkmak istemez.

Aslında tam da bu sebepten ötürü evlenmeden birlikte yaşamak istenir.

Evlenmeden birlikte yaşamayı kabul eden çiftler birbirlerine satır arasında “şimdilik bulabildiğim en iyi insan sensin, daha iyisini bulana kadar senden ayrılmanın kolay yolunu saklı tutuyorum” demiş olur.

“Peki evlenmeden birlikte yaşamanın hiç mi avantajı yok?”

Elbette var.

Ailesinden ayrı bir eve çıkmak isteyen ama maddi olarak bunu tek başına karşılayamayacak biri için sevgilisiyle yaşamak cazip bir seçenektir.

Üstelik bu sayede düzenli seks hayatı imkânına da kavuşur.

Evlenmeyi ve çocuk yapmayı düşünmeyen biri için bu seçenek gayet makul olabilir.

Ancak hayatının bir döneminde evlenip çocuk yapmak isteyen biri için özellikle evlenmeyi düşündüğü kişiyle nikâh öncesi birlikte yaşamak, gelecek planlarını sekteye uğratabilir.

“Evlenmenin ne faydası var ki?”

Evlenmeyi göze alan çiftler, birbirlerine hem tanıdıkları hem de devletin gözü önünde asla ayrılmama sözü verirler ve bozulması halinde tazminat ödemeleri gereken bir anlaşma imzalarlar.

Sağlıklı düşünebilen kimse “nasılsa bir gün boşanırım” diyerek evlenmez.

Evlilik yemininde “hastalıkta ve sağlıkta, iyi günde ve kötü günde, ölüm bizi ayırana dek…” gibi ibarelerin bulunmasının altında da bu mantık vardır.

Bir evliliğin mutlu bir şekilde yürüyebilmesi için eşlerin sembolik olarak birbirlerini bir odaya kilitlemeleri ve anahtarını da camdan aşağıya atmaları gerekir.

Ancak o zaman, kaçmanın mümkün olmadığını anladıklarında kendi kusurlarıyla yüzleşebilir ve değişip gelişmeye razı olurlar.

İki farklı insanın anlaşmazlıklarını en aza indirebilmeleri için sıklıkla orta yolu bulmaları gerekir.

Bu da ancak karşılıklı bir fedakârlık dengesi sayesinde mümkün olur.

Karşılıklı fedakârlık yapan insanlar birbirlerine “ikimiz de mükemmel değiliz, hadi gel yanlışlarımızdan vazgeçip ortak bir doğru üzerinde buluşalım” demiş olurlar.

Değişime direnen insanlar ise kendilerini kusursuz, karşılarındakini kusurlu görürler.

Mutsuz evliliklerin çoğunda çiftlerden en az biri böyledir.

Tabii ki her zaman değişime direnen kişi haksız olmak zorunda değildir.

Çünkü değişim talebi; bazen partnerinin üzerinde tahakküm kurmak, ona zorbalık yapmak için de kullanılabilir.

Burada dikkat edilmesi gereken husus iyi niyettir.

İyi niyetle ve suçlayıcı olmadan verilen olumsuz bir geri bildirim; değişime giden yolun ilk adımıdır.

Suçlayıcı olmak, aşırı genellemelerle “sen zaten hep şöylesin, böylesin” demek muhatap olduğunuz insanın savunmaya çekilmesine sebep olur.

Kendini tehdit altında hisseden biri savunmaya çekilir.

Tehdit altında olan birinin yapacağı son şey değişmektir.

Aksine, ezbere bildiği yöntemlere her zamankinden daha sıkı sarılır.

Yeni yöntemler denemeye cesaret edemez.

Bu yüzden “şu sebeplerden ötürü şöyle olmanı isterim” gibi cümleler; suçlayıcılıktan uzak, olumsuza ve geçmişe değil, olumluya ve geleceğe odaklanan, sebep-sonuç ilişkisi barındırdığı için anlaşılmayı kolaylaştıran cümlelerdir.

İyi niyetli ve partneriyle anlaşmayı amaçlayan biri böyle konuşur.

Sevgiler.

Diğer yazıları için tıklayınız.

Bilgisayar oyunları ve narsisizm

Kendimizden daha güçlü, zeki, cesur vb. birini gördüğümüzde iki seçeneğimiz vardır.

Ya haset ve kıskançlıkla yaklaşır ya da özdeşim kurar, onun gibi olmaya çalışırız.

Sağlıklı olanı tabii ki özdeşim kurmaktır.

Bu sayede mevzubahis kişiyi örnek alarak hayranlık duyduğumuz özelliklerinden kendimize de pay çıkarırız.

Bilgisayar oyunlarında da benzer bir dinamik işler.

Son 20 senede oyun endüstrisi o kadar gelişti ki spor ve sinema sektörlerinin toplam hacmini aştı.

En popüler oyunların neredeyse tamamının senaryosu, karakter derinliği ve olay örüntüleri birçok sinema filminden daha zengin.

Hâl böyleyken, oyuncuların yönlendirdiği karakterlerle özdeşim kurması kaçınılmaz oluyor.

Buraya kadar her şey normal, hatta çevresinde olumlu rol model olmayan gelişim çağındaki bir çocuk için oyun oynamak bu açıdan faydalıdır da.

Zararlı olmaya başladığı nokta, kişinin oyun oynamaya günde kaç saat ayırdığı ve bunu yaparken gerçek dünyadan ne kadar koptuğu, gerçek hayattaki sorumluluklarını ne kadar ihmâl ettiği ile ilgili…

Kişi, kendisini çevreleyen gerçeklikle ilgili bir sorun yaşıyorsa bundan kaçmak ve kendine hayali bir dünya yaratmak için oyunlara sığınabilir.

Yarattığı bu dünyada başrol kendisidir.

Gerçek dünyada şikayet ettiği olumsuzlukları değiştirecek gücü ve yeterliliği kendinde bulamayan oyuncu; hayal dünyasında bütün sorunların üstesinden gelebilecek kadar azimli, düşmanların hakkından tek başına gelebilecek kadar cesur ve becerikli olabilir.

“Ne güzel işte, oyunları bir kaçış olarak kullanmanın ne sakıncası var ki?”

Birkaç sakıncadan bahsedebiliriz.

1- Yüzleşememe

Kişi, hayatındaki zorluklarla gönüllü bir şekilde yüzleştiğinde onların üstesinden gelebilmek için kendini geliştirme motivasyonuna sahip olur. Öz güveni ve öz saygısı artar. Bu zorluklarla yüzleşmektense görmezden gelmeyi tercih eden biri ise bilinçdışında kendisine ihanet ettiğini bilir, bu yüzden olumsuz duygularının esiri olur. Üstelik yüzleşemediği zorluklar zamanla büyür ve içinden çıkılması neredeyse imkânsız hale gelir.

2- Sorumlulukları ihmal etme

Oyunda kurduğu hayal dünyasında her şey yolunda giderken gerçek dünyadaki sorumluluklarını ihmal eden oyuncu; bu süre zarfında ailevi ve sosyal ilişkilerinden mahrum kalır. Eğitim hayatını aksatır, kariyer yolunda akranlarının gerisine düşer. Zamanla sosyal becerileri zayıflar, gerçek bir insanla derin bir bağ kuramaz, toplumsal hayatın dışında kalarak önce yalnızlığa, sonra da depresyona doğru sürüklenir.

3- Narsisistik yapıyı besleme

Narsisizm, kabaca kişinin kendini sevmesi ve beğenmesi anlamında kullanılır. Sağlıklı bir dozajda ise faydalı bile olabilir. Gelgelelim, bu dozaj narsisistik kişilik bozukluğu seviyesine çıktığında kişinin kendilik algısı ile dış dünya arasındaki uyum bozulur. Kişi; kendiyle ilgili olumsuz, yetersiz ve geliştirilmesi gereken yönleri bastırmak, görmezden gelebilmek için kendini herkesten üstün hissetme ihtiyacı duyar. Bu ihtiyacını gidermek için de çevresindeki insanları ezmeye çalışır, aşağılar, yetersiz görür. Günümüzdeki bilgisayar oyunlarının birçoğu narsisistik eğilimi olan insanların bu ihtiyacını besler.

Oyunda yönlendirdiği karakterle kendini temelsiz bir şekilde özdeşleştiren kişi, gerçekte sahip olmadığı özelliklere sahipmiş gibi davrandığı takdirde sosyal çevresi tarafından yadırganır.

Kişinin kendilik algısı ile dış dünya arasındaki uyumsuzluk arttıkça yetersizlik hissi körüklenir.

Doğal olarak kişi, kendini yeterli hissettiği oyun dünyasında daha fazla vakit geçirmek ister.

Böylelikle olumsuz geri besleme döngüsü ortaya çıkar.

Bu döngüyü kırabilmek için kişi; öncelikle bilgisayar oyunlarına ayırdığı zamandan ötürü kendini, sorumluluklarını ve sosyal çevresini ihmal ettiği gerçeği ile yüzleşmelidir.

Günde ortalama 1-2 saatin üzerinde oyun oynamak, kişinin hayal dünyasına sığındığının en büyük göstergelerinden biridir.

Oyun oynamak elbette eğlencelidir. Problem çözme becerisini, yaratıcılığı, çok yönlü düşünmeyi ve motor becerileri geliştiren bir eylemdir.

Fakat tatminkâr bir hayat sürmenin yolu dengeli olmaktan geçer.

Yakın ilişkilerinizde yaşadığınız sorunlardan ötürü bilgisayar oyunlarına sığınıyorsanız danışmanlık alabilirsiniz.

Danışmanlık sürecinde sorunlarınızdan kaçmak yerine onlarla yüzleşmeyi ve baş etmeyi öğrenir, dolayısıyla eskisinden daha güçlü bir insan olursunuz.

Bu sayede özdeşim kurduğunuz oyun karakterlerinin gerçek dünyadaki yansımasına giderek daha fazla benzersiniz.

Danışmanlık hakkında detaylı bilgi ve randevu almak için tugrulkatkak@gmail.com adresine e-posta gönderebilir veya aşağıdaki butona tıklayarak WhatsApp üzerinden iletişime geçebilirsiniz.

Diğer yazıları için tıklayınız.

İlişkilerde sınırların önemi

“Biz şimdi neyiz?”

Birçok filmde ve dizide duyduğumuz bir repliktir.

İlk cinsel birlikteliklerini yaşayan çiftin kadın tarafı sorar genelde bu soruyu.

Her ne kadar popüler kültürde aşağılanan ve dalga geçilen bir tutum olsa da ikili ilişkilerdeki tecrübeler son derece kişiseldir.

Bir insan; kendisine yakın hissettiği biriyle ilişkisinin sınırlarının ne olduğunu merak edip bu merakını gidermek için de açık ve doğrudan iletişim yöntemlerini kullanıyor diye onu aşağılamak, dalga geçmek, küçük görmek zorbalıktır.

Her yakın ilişkinin kendine göre dinamikleri vardır.

Hangi sıklıkla görüşüleceği, nereye gidilip ne yapılacağı, nelerden bahsedileceği, tarafların birbirlerine karşı sorumlulukları gibi…

Bu dinamiklerin ne olduğundan iki taraf da haberdar, hemfikir ve razı ise ilişkinin sınırları belli demektir.

Ancak durum her zaman böyle olmayabilir.

Bazen taraflardan biri, gerçek niyetinin ne olduğunu belli etmez. Örnek olarak sadece cinsel ilişkiye girebilmek için âşık rolü yapan erkek klişesini verebiliriz.

Tabii ki cinsel ilişkiye girmek için sevgili veya evli olmak gerekmez.

Fuck buddy veya kârlı arkadaşlık olarak çevirebileceğimiz friends with benefits gibi kavramlar da yakın ilişki modelleri arasında yer alır.

Gelgelelim, cinsel ilişki esnasında salgılanan endorfin ve oksitosin hormonları tarafların duygusal açıdan birbirlerine daha yakın hissetmelerine sebep olur.

Her ne kadar taraflar birbirine bağlanmadan, tek eşli bir ilişkinin sorumluluğu altına girmeden sadece cinselliklerini paylaşmayı amaçlayarak yakınlaşmaya karar vermiş olsa da zaman içinde bu durum değişebilir.

Özellikle tek taraflı bir değişiklik “biz şimdi neyiz?” sorusunu sormaya sebep olur.

Bu soruyu soran kişi, net bir yanıt alamadığı takdirde duygu durumu dengesiz hâle gelir.

Çünkü muhatap olduğu kişiye karşı ne tür bir beklenti içinde olması gerektiğine karar veremez.

Arkadaşlar mı, fuck buddyler mi, sevgililer mi…

Duygu durumumuzu beklentilerimiz belirler.

Başımıza gelen şeyler beklentilerimiz dâhilindeyse ruh halimiz dengeli kalır.

Ancak ne beklememiz gerektiğini bilemediğimiz zaman beynimizin bizi hayatta tutmaya çalışan ilkel kısmı savunmaya geçer ve olumsuz duygular üreterek bize yolunda gitmeyen bir şeylerin olduğunu anlatmaya çalışır.

Böyle bir ruh hali içinde olan kişi sürekli huzursuzluk ve kaygı duyar, hatta uzun sürmesi halinde depresyona bile girebilir.

İlişkilerin sınırlarının belli olması bu yüzden önemlidir.

Kişiye ne beklemesi gerektiğine dair fikir verir, bu sayede kendi pozisyonunu ayarlama imkânı sağlar.

Peki sınırların muğlak kalmasını isteyen taraf bunu neden yapar?

Birkaç sebep sıralayabiliriz:

1- Bağlanma korkusu yaşıyor olabilir.

2- Tek eşli bir ilişkinin sorumluluğunu almak istemiyor olabilir.

3- Muhatabına karşı hissettiği duygular yeteri kadar güçlü olmayabilir.

4- Karşısındakini duygusal ve bedensel olarak sömürmekten haz duyan patolojik biri olabilir.

Bu gibi ihtimallerden herhangi birine maruz kalan ve ilişkinin sınırlarını belirleme ihtiyacı duyan kişi de maalesef her zaman ihtiyaç ve isteklerini dile getiremeyebilir.

Bunda reddedilme, yalnız kalma, sevilmeme korkuları rol alabileceği gibi kişinin kendisi de ne istediğini bilemeyebilir.

Her hâlükârda sınırları belli olmayan ilişkiler mutluluktan çok huzursuzluk yaratır.

Bunun önüne geçebilmek için kişinin önce ne istediğine karar vermesi gerekir.

Karar verdikten sonra sıra; bunu açık bir şekilde, reddedilme ihtimalini de göze alarak muhatabına dile getirme aşamasına gelir.

Hemfikir olunması halinde ise her iki tarafın da alınan karar hakkında tutarlı davranmaları, ilişkinin sınırlarının netliği için şarttır.

Sınırları belli olmayan bir ilişkiden ötürü ne yapmanız gerektiğini bilemiyor ve bu durum gündelik hayatınızı olumsuz etkiliyorsa danışmanlık alabilirsiniz.

Danışmanlık sürecinde; sizi bu tür bir ilişkiye iten sebeplerin ne olduğu ve sınır belirlemekte neden zorlandığınız hakkında farkındalık kazanırsınız.

Bu sayede ne yapmanız gerektiği kendiliğinden ortaya çıkar.

Neyi neden yapması gerektiğine dair net bir fikri olan birinin iç huzuru ve motivasyonu ise her daim yüksektir.

Danışmanlık hakkında detaylı bilgi ve randevu almak için tugrulkatkak@gmail.com adresine e-posta gönderebilir veya aşağıdaki butona tıklayarak WhatsApp üzerinden iletişime geçebilirsiniz.

Diğer yazıları için tıklayınız.

Kendini cezalandırmak

Hepimizin içinde üç farklı ego durumu vardır; çocuk parça, yetişkin parça ve ebeveyn parça.

İçinde bulunduğumuz duruma ve ilişkilenme biçimine göre bu parçalar arasında sürekli geçiş yaparız.

Ebeveyn egomuzun devreye girmesi için çocuğumuzun olması gerekmez.

Veyahut kaç yaşına gelirsek gelelim, içimizdeki çocuk parça var olmaya devam eder.

Örnek vermek gerekirse;

Kilo vermeye çalışan birinde sağlıksız şeyler yeme dürtüsünü uyandıran kişinin çocuk egosudur.

Bankaya veya herhangi bir devlet dairesine gidip sükunet ve sabırla işini halleden bir kişi yetişkin egosu ile hareket ediyor demektir.

En yakın arkadaşına fazla sigara içiyor diye çıkışan ve içmemesi gerektiğini söyleyen biri ise ebeveyn egosunu konuşturuyordur.

Sağlıklı olan, hayatımızın genel gidişatını yetişkin parçanın yönetmesidir.

Önemli kararlar alırken bilincimizin direksiyonunda yetişkin ego varsa pişmanlık duyma ihtimalimiz büyük ölçüde azalır.

Çünkü yetişkin ego; neyi neden istediğini, sebeplerini ve sonuçlarını net bir şekilde değerlendirebilir.

Tabii ki her zaman yetişkin parçamızla da hareket edemeyiz.

Yeri gelir, direksiyona ebeveyn ego geçer. Bazen de çocuk parçamız yönlendirir bizi.

Çocuk egomuz, tıpkı adı gibi çocukça çıkarımlar yapar. Neden-sonuç ilişkisi kurmakta pek başarılı değildir.

Bu yüzden de etrafta olup bitenlere dair sağlıklı ve gerçekçi analiz yapamaz. Aşırı genellemeye meyillidir, anlamaya çalışmaktansa suçlayıcı olur.

Bazen bu suçlayıcılık kendine de zarar verir.

Özellikle çocukluk yaşantımız boyunca etrafımızda olup biten olumsuz olaylar üzerinde herhangi bir sorumluluğumuz olmamasına rağmen kendimize pay çıkarabiliriz. Bunu yapan da çocuk egodur.

Örneğin; anne ve babası kavga eden bir çocuk bilinçdışı düzeyde “benim yüzümden kavga ediyorlar, ben daha uslu bir çocuk olsaydım kavga etmezlerdi” gibi bir çıkarım yaparak kendini suçlu hissedebilir.

Çocuğun bilişsel becerileri, kavganın asıl sebebini kavrayacak kadar gelişmediği için üzüldüğü ve anlamlandıramadığı durumlarda kendini suçlar.

Suçun olduğu yerde ceza da vardır.

Kişi, kendini suçlu hissettiği konularda vicdan azabını giderebilmek için şiddetli bir cezalandırılma ihtiyacı duyar.

Bu ihtiyacını bazen başkaları üzerinden giderir, bazen de kendi kendini cezalandıracağı durumlar yaratır.

Fiziksel engelli kardeşi olan bir çocuk, sağlıklı olduğu için kendisini suçlu hissedebilir. Bu suçluluğun cezasını ise kendi sağlığını bozarak çeker. Kötü beslenebilir, uyku düzenine dikkat etmeyebilir, yaralanma ihtimalinin yüksek olduğu aktiviteler yapmaktan keyif alabilir.

Babasının annesini dövmesine şahit olarak büyüyen bir kız çocuğu, bundan ötürü suçluluk duyuyorsa evlenmek için kendisine şiddet uygulama ihtimali olan bir partner seçer. Eşi kendisine şiddet uyguladığında da bilinçdışı düzeyde bir huzur ve tatmin duyar. Çünkü annesinin onun yüzünden şiddete maruz kaldığını düşünür ve kendisi de şiddet görerek cezasını çekmiş, vicdan azabını bir süreliğine dindirmiş olur.

Bu temelsiz suçluluk duygusunun insana üç farklı zararı olur:

1- Kişi gündelik hayatında kendini sık sık huzursuz hisseder, keyif alması gereken durumlardan mutsuz olabilmek için sürekli sebep arar.

2- Hayatını, kendini cezalandırabileceği koşullar üzerine inşa eder; bilinçli düzeyde iyiliği, başarıyı ve mutluluğu amaçlayarak hareket ettiğini zannederken bilinçdışı düzeyde kendini sabote ederek yaşamını mutsuzluk ve başarısızlıkla doldurur. Bunu da şanssızlığa veya diğer dış etkenlere bağlar.

3- Kendini cezalandırdığı anlarda hissettiği bilinçdışı düzeydeki tatmini ve huzuru yeniden yaşayabilmek için benzer koşulları tekrar tekrar oluşturur. Çoğu zaman kendini cezalandırma seremonisine başkalarını da alet eder. Bundan dolayı da hem kendisine hem de çevresine mutsuzluk verir.

Birkaç kendini cezalandırma örneği vermek faydalı olacaktır.

Aldatılmak: Güven vermeyen davranışları olan partnerine karşı kayıtsız kalan, şüpheli durumların üzerine gidip sorgulamaktansa yokmuş gibi davranan kişi; aldatıldığını öğrendikten sonra garip bir hafifleme ve huzur hissediyorsa;

Cinsel işlev bozukluğu: Evliliğin gidişatını etkileyecek sıklık ve yoğunlukta cinsel işlev bozukluğu yaşayan kişi, partnerinin ısrarlarına rağmen bununla ilgili profesyonel yardım almıyorsa;

Psikosomatik ağrılar: Sırt, boyun, bacak gibi sabit veya gezici bölgelerde tıbbi olarak sebebi bulunamayan, kronik ve şiddetli ağrılar çeken kişi;

Migren atakları: Hayatının zorlayıcı bir dönminde sık sık ve yoğun olarak migren ataklarına maruz kalan kişi;

Büyük finansal kayıplar: Kumar yoluyla veya birden fazla yanlış yatırım sonucu yüksek meblağlı maddi kayıp yaşayan kişi aynı davranışı tekrar etmeye devam ediyorsa;

Kanser: Ailesinde kanser geçmişi olan kişi, sağlığına dikkat edip düzenli kontrollerine gitmiyor veya kanser teşhisi almasına rağmen tedaviyi aksatıyor/reddediyorsa;

Kendini cezalandırma şeması söz konusudur.

Burada dikkat edilmesi gereken nokta şudur: kişi mağdur olduğu durumların oluşmasında etkin bir rol oynadı mı? Kolaylıkla önüne geçebileceği olumsuzlukların gerçekleşmesine göz yumdu mu? Telafisi mümkün olan hataları telafi etmek için elinden geleni yaptı mı?

Tabii ki her insan hata yapar, ancak yetişkin ego yapılan hatadan ders çıkarır ve tekrarlanmaması için ekstra dikkatli olur.

Çocuk ego ise aynı hataları, ders çıkarmadan tekrar tekrar yaparak kendini mağdur eder. Çünkü bu durumdan ikincil kazanç elde etmiş olur. Elde ettiği kazanç, bilinçdışı düzeyde cezasını çekmiş olmanın getirdiği vicdan rahatlamasıdır.

Yetişkin ego ile yapılan hatadan sonra pişmanlık, çocuk ego ile yapılan hatadan sonra ise suçluluk duyulur.

Kişi, yetişkin egosu ile içindeki bu suçluluk duygusunun farkına varmadığı sürece aynı olumsuz döngülerin içine kendini sokmaya devam eder.

Suçluluk duygusunun farkına varabilmek profesyonel yardım almak gerekir.

Eğer siz de kendinizi sürekli tekrar eden olumsuz döngülerin içinde bulup sebebini bulamıyor, anlamlandıramıyor, şanssızlığa veya diğer dış etkenlere bağlıyorsanız ve bu durum yakın ilişkilerinizi etkiliyorsa danışmanlık alabilirsiniz.

Seans esnasında size anlamsız gelen döngüleri dinleyen danışman, aradaki ortak noktaları ve bağlantıları fark edip sizin de şimdiye kadar gözünüzden kaçan şemalar üzerinde farkındalık kazanmanıza yardımcı olur.

Sonra bu şemaların kökeni üzerine çalışılır, çocukluk yaşantınıza dayanan suçluluk duygunuz hakkında konuştukça danışmanın da analizi ile aslında herhangi bir suçunuz olmadığını görürsünüz.

Bunu gördüğünüz anda artık kendinizi cezalandırma şemasından çıkarsınız, çünkü suç yoksa cezaya da gerek yoktur.

Böylelikle uzun yıllardır kendini tekrar eden olumsuz döngüler kırılmış olur, kendinizi çok daha hafif ve rahatlamış hissedersiniz.

Danışmanlık hakkında detaylı bilgi ve randevu almak için tugrulkatkak@gmail.com adresine e-posta gönderebilir veya aşağıdaki butona tıklayarak WhatsApp üzerinden iletişime geçebilirsiniz.

Diğer yazıları için tıklayınız.

Red flag

İngilizcede “kırmızı bayrak” anlamına gelen red flag; çeşitli spor müsabakalarında bir sorunun olduğunu sporculara ve izleyicilere göstermek için kullanılır.

Romantik ilişkilerde ise birbirlerini tanımaya çalışan çiftlerin partnerlerinde görüp hoşlanmadıkları davranışlarına işaret etmek için kullanmak üzere popüler kültüre girmiştir.

Çiftlerden birinin garsona kaba davranması kadar basit ve aşikâr bir şey de olabilir, ebeveyni ile bir hayli sorunlu ilişkisinin varlığı kadar derin ve karmaşık da…

Neyin red flag olup olmadığı kişiden kişiye ve dolayısıyla çiftten çifte değişir.

Hizmet sektörü çalışanlarına kötü davranarak ego tatmini sağlayan bir çift için garsona kabalık etmek red flag olmayabilir mesela.

Dilerseniz birkaç tipik red flag örneklerinden bahsedelim.

Karşı cins ebeveyni ile ilişkisi: Hepimiz karşı cins ile nasıl iletişim ve bağ kuracağımızı önce aile içinde öğreniriz. Kız evlatlar için babaları, erkek evlatlar için ise anneleri ile olan yaşanmışlıkları romantik ilişkilerini nasıl yürüteceği ve partner tercihi gibi konularda son derece önemlidir. Bu alanlarda sorun yaşamış ve üstesinden gelememiş insanlar, karşı cinsten ebeveynleri ile olan problemlerini romantik partnerlerine aktarabilirler. Bu da toksik bir ilişkiye davetiye çıkarır. Yeni yeni tanımaya çalıştığınız flörtünüzün böyle bir sorunu olup olmadığını anlamak için ailesinden bahsetmesini isteyebilirsiniz. Tabii ki neredeyse kimse “benim annemle/babamla sorunum var” demeyecektir. Anlattıklarını dinlerken satır aralarına bakmak, size tutarsız gelen konular üzerine ilerleyen zamanlarda tekrar değinmek faydalı olabilir.

Aşırı kıskançlık / kısıtlayıcılık: Düşük özgüven göstergesidir. Aşırı kıskanç ve kısıtlayıcı partnerler kiminle görüşüp görüşmeyeceğinize, nereye gidip nasıl davranacağınıza, ne giyip ne giyemeyeceğinize karar verebileceklerini düşünürler. Hayatın diğer alanlarında kendini güçsüz hisseden bu gibi insanlar, güçsüzlüklerini romantik partnerleri üzerinde otorite kurarak telafi etmeye çalışırlar.

Eleştirellik: “Her şeyin en doğrusunu ben bilirim” anlayışındaki insanlarla uzun süre birlikte olan kişiler zamanla kendilerine olan saygılarını ve özgüvenlerini kaybeder. En ufak bir adım atmadan önce bile kendilerini sorgularlar, dolayısıyla belli bir süre sonra hareket edemez hale gelirler. Flört esnasında veya ilişkinin başlarında eleştirel insanlar kendilerini “Onu neden öyle yapıyorsun? Şöyle yapsan daha iyi olur. Bunu böyle yapmalısın” gibi sözlerle belli ederler. Tabii ki taraflar arasında geri bildirim önemlidir ve dikkate alınmalıdır ama eleştirinin sıklığı ve yoğunluğu bu durumun red flag olup olmadığını anlamanıza yardımcı olacaktır. Eğer gerçekten bir eleştiri gerekiyorsa eleştirecek olan taraf “yanlış anlamazsan bir şey söylemem gerekiyor…” veya “sana bir konuda eleştiri sunabilir miyim?” gibi cümlelerle girizgâh yapmalı veya izin almalıdır. Karşınızda buna benzer cümleler kurmadan, sizi bodoslama eleştiren biri varsa size; fikirlerinize, hayata bakış açınıza ve tercihlerinize saygı duymadığını anlayabilirsiniz. Durumun gerçekten böyle olup olmadığını eleştirisine itiraz ederek deneyebilirsiniz. Eğer boş bulunduğu için direkt eleştirmişse itirazınızı anlayışla karşılayacak ve saygı gösterecektir. İtirazınıza da saygı duymuyorsa ve sizi bilmemekle, anlamamakla suçluyorsa eleştirel bir insanla muhatapsınız demektir.

Trip atmak: Her ne kadar kadınlara atfedilen bir davranış olsa da erkekler arasında da trip atanlara rastlamak mümkündür. Pasif-agresif bir tutumdur, doğrudan ve sağlıklı iletişim yöntemlerini tercih etmektense dolaylı ve üstü kapalı konuşurlar. Muhataplarına gereksiz yere vicdan azabı yaşatarak istediklerini yaptırmaya çalışırlar. Doğrudan iletişim kuramayan, ne istediğini veya istemediğini açıkça ifade edemeyen biriyle sağlıklı bir ilişki yaşamak da mümkün değildir.

Bencillik: İlişkilerdeki alma/verme oranı dengeli olmalıdır. “Hep bana” diyen, sürekli kendi dediği olsun isteyen, kendi istediği yerlere gidip sadece kendi ilgisini çeken aktiviteler yapmaya direten biri ile tatmin edici bir ilişki yaşayamazsınız. Zamanla kendinizi kimliksizleşmiş hissedersiniz. Partnerinizin veya partner adayınızın bencil olup olmadığını görmek için buluştuğunuz yerleri çoğunlukla kimin seçtiğine, hangi aktiviteyi yapacağınıza kimin karar verdiğine dikkat edebilirsiniz. Herhangi bir dengesizlik sezmeniz durumunda alternatif bir plan önerebilir ve karşınızdaki insanın yaklaşımına bakabilirsiniz. Eğer bir gerekçe sunmadan önerinizi reddediyorsa bencil bir insanla muhatap olma olasılığınız yüksektir.

Kronik yalan: Aynı adlı yazımda da belirttiğim üzere bazı insanların gerçekle baş etme kapasitesi düşüktür. Geçmişleri veya kendileri hakkında yalana başvurarak üzerinizde farklı bir intiba yaratmaya çalışabilirler. Tanışıklığınızın başlarında karşınızdaki insanın ufak da olsa birkaç yalanını fark ettiyseniz algılarınızı keskinleştirmeniz gelecekte üzülme ihtimalinizi azaltır.

Küçümseme / şakayla karışık bile olsa aşağılama: Taraflardan biri bu davranışı özellikle topluluk içinde yapıyorsa büyük bir red flag’dir. Bunu yapan kişinin kendini partnerinden üstün görme ihtiyacı var demektir. İlişki boyunca güç savaşları kaçınılmaz olur. “Şaka yaptım bebeğim ya” gibi açıklamalar olayı her ne kadar masumlaştırmaya çalışsa da partnerine saygı duyan biri hele hele topluluk içinde onu asla küçümsemez, aşağılamaz.

İlişkinin aşamalarını geçmekte acelecilik: Her ilişkinin kendine has bir hızı vardır. Bu hız partnerlerin karşılıklı rızasına göre belirlenir. Eğer taraflardan biri, diğerinin kendini rahat hissetmediği ölçüde aceleci davranarak yakınlaşmaya çalışıyorsa bir sorun var demektir.


Tabii ki bunlar sık karşılaşılan ve en problematik red flag’lerden bazılarıdır. Kişiden kişiye değiştiğini hatırlatmak gerek. Kimisi için evcil hayvan sevmemek red flag’dir, başkası için ise alkol kullanmak.

Bir davranışın red flag derecesinde olup olmadığına karar vermek için ise aşağıdaki kriterleri kullanabilirsiniz:

1- Davranışın sıklığı

2- Davranışın yoğunluğu

3- Davranışın sizde yarattığı rahatsızlık düzeyi

Diyelim ki eski sevgiliden bahsetmek sizin için red flag. Ancak muhatabınız kırk yılda bir, sadece konusu açılırsa, kısa ve öz bir şekilde bahsedip konuyu kapatıyorsa ve bu durum sizi tahammül edebileceğiniz seviyede rahatsız ediyorsa sorun yok demektir.

Gelgelelim, partner adayınız daha ilk buluşmada “annem şöyledir, babam böyledir” diye konuyu sürekli ebeveynlerine getiriyorsa orada ebeveynden ayrışamama/bireyleşememekten söz edilebilir. Böyle bir insanla evlenmeniz halinde ise sadece kendisi ile değil, anne veya babasıyla da evlenmiş olursunuz çünkü evliliğinize dair her detaya ebeveynini de dâhil edecektir.

Red flag gördük, ne yapalım?

İlişkinin başındaysanız ve partner adayınızdan çok da fazla etkilenmediyseniz en sağlıklı yöntem görüşmeyi sonlandırmaktır.

Etkilendiğiniz ve daha yakından tanımak istediğiniz birinde red flag yakaladıysanız kendi kendinize bir metodoloji geliştirebilirsiniz.

Örneğin; bahse konu olan davranışın sizin için ne ifade ettiğine dair muhatabınızla konuşabilir ve yaklaşımını inceleyebilirsiniz.

Olumlu yaklaşıyor ve bu davranışı tekrarlamayacağını söylüyorsa görüşmeye devam edip takipte kalabilirsiniz.

Aynı davranışı yeniden sergilerse daha önce bu konuyu konuştuğunuzu hatırlatabilir ve sizin için önemine dair uyarıda bulunabilirsiniz.

Üçüncü kez tekrarlanması halinde ise yollarınızı gönül rahatlığı ile ayırabilirsiniz, zira rahatsız olduğunuz bir davranışını sonlandır(a)mayan birinden size yâr ve yardımcı olamaz.

Buraya kadar sorun yok; asıl sorun red flag’leri görememek, görülse bile görmezden gelmek veya gördükten sonra çok geç olması gibi durumlarda baş gösteriyor.

Görememe konusunda buluşmaların yeri/zamanı ve birlikte yapılan etkinliklerin çeşitlilik durumundan söz edilebilir. Kırk yılda bir buluşuluyor, buluşma kısa sürüyor veya sürekli aynı/benzer etkinlikler yapılıyorsa, buluşmanın mekanı taraflardan sadece birinin kendini rahat hissettiği bir ortam olarak seçiliyorsa red flag’lerin kendini belli edebilmesi için uygun koşullar sağlanamaz.

Görmezden gelmek ise daha karmaşık bir mesele. Aşırı sevme/sevilme açlığı, yalnızlık, başka partner bulamama korkusu, partneri gözde büyütme/abartılı yüceltme, kaybetme korkusu, sevilmeme korkusu gibi etkenlerden bahsedilebilir. Zaten bunlardan birkaç tanesi aynı anda varsa kişi kiminle olursa olsun sağlıklı ve tatmin edici bir ilişki yaşamakta güçlük çekecektir. Profesyonel yardım almayı düşünmelidir.

Bu iki durumdan biri veya aşamalı olarak her ikisi birden söz konusuysa bir süre sonra sorun kendini görmezden gelinemez veya tahammül edilemez ölçüde belli edecektir. Zamanlaması bazen ilişkinin önemli dönüm noktalarına denk gelir, bazen de evlilik sonrasına.

Her halükârda görmezden gelinemez bir sorun varsa ya çözüm aramak ya da uzaklaşmaktan başka çare yoktur. İlişkiyi ve partnerinizi kolayca vazgeçemeyecek kadar önemsiyorsanız çözüm için kendisiyle konuşmayı deneyebilirsiniz.

Bu noktada partnerinizin bahse konu olan davranışı sorun olarak kabul edip etmediği hayati önem taşır. Çözüme ulaşmak için taraflardan her ikisinin de ortada bir sorun olduğunu kabul etmesi gerekir.

Eğer sizin rahatsız olduğunuz bir durumu sorun olarak kabul etmeyen biriyle birlikteyseniz zamanla birbirinizden uzaklaşmaktan başka bir çıkış yolu görünmüyor demektir.

Red flag olarak nitelendirdiğiniz durumun bir sorun olduğunu partneriniz de kabul ediyorsa başlangıç için bu iyi bir haberdir. Çözüme ulaşma ihtimaliniz yüksektir. Davranışın kaynağı, gerekçesi, her iki taraf üzerindeki etkileri hakkında konuşulması faydalı olur.

Ancak her zaman bir davranışın kaynağı veya sebebi kolaylıkla tespit edilemeyebilir. Böyle durumlarda ilişki danışmanlığı almak etkili olacaktır.

Çiftlerin her ikisini de tarafsız ve profesyonel bir gözle analiz edecek bir danışman sorunun teşhisini zorlanmadan koyar, çözüme giden yolu da kolaylıkla saptar.

Geriye sadece o yol üzerinde kararlı ve azimli bir şekilde yürümek kalır, yolun sonu da tatminkâr ve mutlu bir birlikteliğe çıkar…

Danışmanlık hakkında detaylı bilgi ve randevu almak için tugrulkatkak@gmail.com adresine e-posta gönderebilir veya aşağıdaki butona tıklayarak WhatsApp üzerinden iletişime geçebilirsiniz.

Diğer yazıları için tıklayınız.

20 yaşında intihar eden Enes Kara hakkında

İntihar dâhil hiçbir felaket haberine bakmıyorum, sebebini “Kötü Haberin Cazibesi” adlı yazımda bulabilirsiniz.

Ancak yine de ülkenin gündemine oturmuş felaket haberleri bir şekilde beni buluyor.

Tıp fakültesinde ikinci sınıf öğrencisi olan 20 yaşındaki Enes Kara, intihar etmiş. Anladığım kadarıyla intihar etmeden önce de bir video çekip arkasında bırakmış.

Birçok insan olayı anlamlandırmaya çalışıyor; kimi siyasi açıdan bakıyor, kimisi ise özdeşim kurarak duygusal yaklaşıyor. Ben de psikososyal açıdan değerlendirme gereği duydum.

İnsanı hayata bağlayan üç temel unsurdan söz edebiliriz:

1- Aile
2- İş, eğitim, kariyer, kendini gerçekleştirme, zanaat vs.
3- Sosyal çevre

Bu üçlünün hepsi yolunda gidiyorsa kişi hayatına mutlu bir şekilde devam eder.

Sadece birinde sorun varsa kişi kendinde o sorunla mücadele edebilme gücünü bulur. Sorunun çözümüne dair yaratıcı fikirler üretir ve uygulamaya sokacak motivasyona da sahip olur.

Bu üç ayağın ikisi sorunluysa, sadece biri yolunda gidiyorsa kişi sorunlarıyla baş etmekte güçlük çeker. Çeşitli ruhsal sıkıntılar yaşar. Yardıma ihtiyacı olduğunu bilinçli bir şekilde veya bilinç dışı düzeyde belli eder.

Üç maddenin üçünde de sorun varsa kişi sorunlarıyla baş edemez hale gelir, temel yaşam motivasyonunu kaybeder. Suç işlemeye, kendine veya başkasına zarar vermeye meyilli olur.

Enes’in babasının açıklamasına bakarak ailesinin yanında olmadığını söyleyebiliriz.

Henüz üniversite öğrencisi olduğunu ve kaldığı evdeki ortamın da sorunun başlıca sebeplerinden biri haline geldiğini göz önüne alırsak ikinci ve üçüncü maddeler de iç içe geçmiş.

Enes’in maalesef tutunacak dalı kalmamış. Yardım isteyebileceği bir merciden söz edilemeyeceği gibi, nefes alacak alan bile bulamamış…

Ruhu şâd olsun, tabii ki tek seçeneği intihar etmek değildi. Onun yerinde başkası olsa bulunduğu yerden kaçabilir, isyan edebilir, şiddete başvurabilirdi.

Bunlar için doğru ya da yanlış demek manasız, çünkü hepimiz hayatı kendimize has bir filtreden geçirerek değerlendiriyoruz.

Yukarıda tarif ettiğim şartlarda Enes’e intihar kararını aldırtan etkenler içinde en büyük pay genler, yetiştiği çevre, mizaç ve karakter arasında paylaştırılabilir.

Enes’ten farklı genlere sahip, farklı bir çevrede yetişmiş, farklı bir mizaca ve karaktere sahip biri bambaşka bir tepki verebilirdi.

Ancak yine de aynı şartlar altında temel yaşam motivasyonunu kaybetmiş olacağından Enes’in çektiği zorlukların bir benzerini çeker, sadece tepkisi farklı olurdu.

Bu felaket bize siyasi çıkarımlar, sosyal medyada popülist paylaşımlar veya Enes’in kolay yolu seçtiğine dair yargılamalar yaptırmadan önce kendimizi sorgulatmalı.

Hayatınızda yukarıda bahsettiğim üç maddeden kaçı yolunda gidiyor? Hangisi sorunlu? Sorunun ne kadar farkındasınız? Kaynağının ne olduğunu biliyor musunuz? Çözüm için bir planınız var mı? Varsa bu planı uygulamaya sokacak motivasyona sahip misiniz?

Bu soruların cevabını tek başınıza bulmakta zorluk çekiyorsanız profesyonel destek almayı düşünebilirsiniz.

Enes’i geri getirmek mümkün değil ama Enes’in yolundan gidip gitmemek tamamen elimizde.

Sevgiler.

Diğer yazıları için tıklayınız.