Tartışma esnasında bazen taraflardan biri, ortaya koyacak mantıklı bir argümanı kalmadığında “bel altı” yöntemlere başvurabilir.
En sık başvurulan yöntemlerden biri ad hominem‘dir.
Kısaca özetlemek gerekirse; tartışılan konuyla alakasız, tartışılan kişinin şahsıyla ilgili sözlü saldırıda bulunmaktır.
Örneğin; evdeki iş bölümü hakkında tartışan eşlerden birinin diğerine “sen önce git o fazla kilolarını ver” demesi ad hominem’dir.
Çözüm odaklı bir yaklaşım değildir, aksine sorunu büyütmeye yol açar.
Ad hominem’e başvurulmadan önce bahse konu olan çiftin gündemde sadece bir problemi varken, artık birden fazla sorunla baş etmek zorundalardır.
Fazla kilolarına vurgu yapılan eşin, doğal olarak devamında:
“Ne yani, sen bana şişman mı demek istiyorsun?”
“Artık beni beğenmiyor musun?”
“Yoksa beni sevmiyor musun?”
gibi olumsuz düşünceler silsilesine kapılması kaçınılmazdır.
Çiftlerin tartışması oldukça sağlıklıdır, önemli olan nasıl tartışıldığıdır.
Hakarete, saygısızlığa ve şiddete başvurmadan yapılan ve çözüme bağlanan tartışmalar çiftleri birbirine yakınlaştırır.
Ancak bir tartışmayı çözebilmek için iki tarafın da ne hakkında tartıştıklarına dair hemfikir olmaları gerekir.
Çiftlerden biri yemeğin tuzu hakkında tartıştıklarını düşünürken diğeri yemek yapma becerilerinin sorgulandığını zanneder ve bunu hayattaki genel becerilerine dair bir saldırı olarak algılarsa kısa sürede çözülebilecek bir mesele içinden çıkılamaz bir hâl alabilir.
Bunun önüne geçebilmek için tartışmanın hem başında hem de gerekirse ortasında tarafların birbirlerine ne hakkında tartıştıklarını söylemeleri/hatırlatmaları faydalı olacaktır.
Tartışmanın verimini artırmak ve süresini kısaltmak için de konu mümkün olduğunca somutlaştırılmalıdır.
Örneğin;
“Sen artık beni sevmiyorsun, benimle hiç ilgilenmiyorsun” gibi genel bir ithamda bulunmaktansa,
“Gün içinde beni daha çok aramana ihtiyacım duyuyorum, seninle daha fazla vakit geçirmek istiyorum” demek çözüme ulaşmayı kolaylaştırır.
Çünkü bu sayede iki taraf da aslında ne istendiğini ve bunun için neler yapılabileceğini bilir.
Yanlış anlaşılmaların ve iletişim hatalarının da önüne geçilmiş olur.
“Eğer bir insan yükselmeyi hedeflemiyorsa yapabileceğiniz hiçbir şey yoktur.”
– Carl Rogers
Kahramanlar, kurtarıcılar her toplumda saygıyla anılırlar.
Her şey zora girdiğinde, tüm umutlar tükendiğinde bir kahraman çıkar ve kendini feda etme pahasına günü kurtarır.
İnsanlık kadar eski bir hikayedir.
Şehirleşme, medeniyet ve ulus devletlerin ortaya çıkmasıyla birlikte kahramanlar yerelliğini kaybetmiş; zamanla ulusallaşmışlardır.
Hatta günümüzde dünyanın yaşanmaz bir yer olacağı, dolayısıyla yaşamak için başka bir gezegene ihtiyaç duyacağımız öngörüsü ile Elon Musk gibi figürler küresel kahramanlığa soyunmuştur.
Her ne kadar kahraman figürünün kültürel çapı ekvatoral düzeye ulaşsa da ikili ilişkilerdeki kurtarıcı rolü bazı insanlar tarafından sistematik olarak benimsenmeye devam eder.
Bu gibi insanlar genellikle zor durumda olan kişilere karşı bir çekim duyarlar.
Tanıştıkları anda ortada henüz müdahale edilmesi gereken bir zorluk olmayabilir.
Ancak ileride ortaya çıkabilecek problemlerin sinyalleri bilinçdışı düzeyde algılanır.
Örneğin; ortalamanın üzerinde alkol tüketen birinin psikolojik açıdan kaçmaya veya görmezden gelmeye ihtiyaç duyduğu bir şeyler var demektir. Böyle bir insanın gelecekte ruhsal sorunlar yaşayacağını öngörmek için kahin olmaya gerek yoktur.
Aynı zamanda aşırı alkol tüketimi bağımlılığa ve çeşitli hastalıklara da sebep olacağı için bu kişinin ileride sağlık problemleriyle karşı karşıya kalacağını tahmin etmek de zor değildir.
Alkol örneğini öfke kontrol problemi, sorumluluklardan kaçma eğilimi, kronik yalan yatkınlığı, yanlış finansal tercihler vs. ile değiştirmek de mümkündür. Bunların da sinyalleri tanışıklığın başlarında verilir.
Gelgelelim, böyle bir insanla tanışan kişide kurtarıcı kompleksi varsa bilinçdışı düzeyde bu sinyaller görmezden gelinir.
Hatta kompleksin baskınlığına göre kahraman rolünü üstlenmeye yatkın kişi; yine bilinçdışı düzeyde sinyali verilen durumun kendini daha açık ve net bir şekilde ortaya koyabilmesi için zemin hazırlar.
Böylelikle kurtarılması gereken kişinin açıkça “yardıma ihtiyacım var” demesi beklenir.
Eğer bu durum açıkça ifade edilirse kurtarıcı kompleksine sahip kişi nihayet potansiyelini gerçekleştirebileceği ortamı yakalamış olur.
Kurtarılması gereken kişinin muzdarip olduğu derde deva olabilmek için her şeyi yapar, gerekirse kendinden fedakarlık ederek…
Tabii her zaman da zor durumda olan kişi açıkça yardım istemez. Hatta çoğu zaman bir sorunu olduğunu bile kabullenmez.
Ancak kurtarıcı kompleksinin yoğunluğuna göre bazen kurtarılmak istemeyen insanları bile kurtarmaya çalışmak ikili ilişkilerde karşılaşılan durumlardır.
“Kurtarılmak istemeyen insanları kurtarmaya çalışmayın.
Kurtarılmak isteyen insanları kurtarmaya çalışırken de çok dikkatli olun.”
– Jordan Peterson
Bir sorunu olduğunu reddeden, kurtarılmak istemeyen bir insanı kurtarmaya çalışmak beyhude bir çabadır.
Reel bir sorunu olan insan bir şeyleri yanlış yapıyor demektir, bunun sonucunda da acı çeker.
Acısını artıran şey ise yanlış yaptığını kabullenmektense gerçekliğe direnmesidir.
Bu kişi, yaptığı yanlışlarla yüzleşirse çektiği acı yarıya inecektir. Çünkü görmezden gelemeyeceği kadar büyüyen ve hayatını işgal eden hakikate teslim olmuş olur.
Kabul ettiği yanlışlarla yüzleştikten sonra sorunlarını çözmek için somut çaba sarf ederse zamanla geriye kalan acılar da etkisini yitirmeye başlar.
Bir kişinin kurtarılabilmesi için kurtarılmaya ihtiyaç duyduğunu kabul etmesi gerekir.
Böyle bir durumda bile kurtarıcı ve kurtarılan arasındaki ilişkinin dinamiğini bozabilecek birçok risk vardır.
Birkaç örnek vermek gerekirse;
Kurtaran ve kurtarılan arasındaki güç dengesi bozulabilir.
Kurtaran kişi bilinçdışında karşılık bekleyebilir ve bunu kurtarılana yansıtabilir.
Kurtarılan kişi, bir kere kurtarılmış olmanın verdiği rahatlıkla kendini tekrar kurtarılması gereken pozisyona sokarak kurtarıcıyı bilinçli veya bilinçdışı seviyede sömürmeye kalkabilir.
Bu gibi sebeplerle bozulan ilişki dengesini yeniden tesis etmek oldukça zordur.
Ayrıca kurtarıcı her zaman başarılı olamayabilir.
Cankurtaranlar, boğulmak üzere olan birini kurtarmaya çalışırken her zaman tekme atmaya hazırdır.
Çünkü boğulmak üzere olan biri genelde panik yapar ve onu kurtarmaya gelen kişiyi de farkında olmadan dibe çeker.
Böyle bir durum olursa cankurtaranlar, boğulmak üzere olan kişiye tekme atarlar.
Bu anlayışın altında “bir kişinin boğulması, iki kişinin boğulmasından yeğdir” fikri yatar.
Kurtarılmak isteyen kişinin kurtarıcıyı dibe çekme ihtimali, kurtarıcının başarılı olma ihtimalinden daha fazladır.
Uzun bir süre boyunca zorluk çeken insanlar, o zorluklarla yoğuruldukları için diğerlerine kıyasla daha dayanıklı olurlar.
Üstelik kurtarıcı rolüne soyunan kişinin sahip olduğu gerek psikolojik gerekse de sosyo-ekonomik avantajlar tamamen şans eseri, içine doğduğu aile ve yetiştiği çevre ile belirlenmişse kurtarıcı olmak isteyen kişinin hüsrana uğraması işten bile değildir.
Çünkü daha önce gerçek bir zorlukla karşılaşmamıştır, hazırlıklı değildir.
Ayrıca kurtarılmak isteyen insanın içinde bulunduğu durumdan çıkardığı derse bağlı olarak temel motivasyonu hınç, intikam ve nefret gibi olumsuz duygu ve düşünceler ise o ateş kurtarıcıyı da yakar.
Kurtarılması gereken kişi ancak kendi hataları ile yüzleştikten sonra kendi çabaları ile içinde bulunduğu durumdan sağlıklı bir şekilde çıkabilir.
Bu süreç boyunca ona destek olmak isteyen birinin yapabileceği en doğru şey, kendi davranışları ile örnek olmaktır.
Bunun dışındaki herhangi bir etkileşim, içinde bulundukları yakın ilişkiye tamiri neredeyse mümkün olmayan zararlar verecektir.
Kurtarıcı kompleksinin kökeni ise çoğunlukla çocukluk yaşantısına dayanır.
Çocukluğunda ebeveynlerini zor durumda görmekten olumsuz etkilenen biri, yetişkinliğinde anne veya babasını çağrıştıran biri ile karşılaştığında bilinçdışı düzeyde onu kurtarmaya çalışarak aslında çocukluğunda yaşamış olduğu çaresizlik ve güçsüzlük duygularını aşmayı hedefler.
Bunu başarırsa çok daha güçlü, bambaşka biri olacağını hayal eder.
Tabii çoğu zaman bu beklentiler hayal kırıklığı ile sonuçlanır ve travma tekrarlanmış olur.
Yakın ilişkilerinizde kendinizi sıklıkla kurtarıcı rolüne bürünmüş halde buluyorsanız,
Hayatınıza sistematik bir şekilde kurtarılmaya ihtiyaç duyan insanları alıyorsanız,
İçinde bulunduğunuz ilişkinin dinamiği ve güç dengesi bu gibi sebeplerden bozulmuşsa,
ve tüm bunlardan ötürü gündelik hayatınız aksamaya başladıysa
danışmanlık alabilirsiniz.
Danışmanlık sürecinde partner tercihleriniz, ilişki dinamikleriniz ve bilinçdışı motivasyonunuz hakkında farkındalık kazanırsınız.
Bu sayede kendinize neyin iyi geleceğine dair net fikirlere sahip olursunuz, böylelikle istediğinizi elde etmek için yol haritanız kendiliğinden ortaya çıkar.
Geriye bir tek sizin bu yolda adım atmaya başlamanız kalır.
O yolda danışman desteği ile yürümek ise her zaman çok daha kolaydır.
Danışmanlık randevusu almak için tugrulkatkak@gmail.com adresine e-posta gönderebilir veya aşağıdaki butona tıklayarak WhatsApp üzerinden iletişime geçebilirsiniz.
2010 yılında piyasaya çıktığında ortalığı kasıp kavuran Demet Akalın şarkısının bu kadar sevilmesinin sebebi topluma ayna tutmasıydı.
Maalesef kültürümüzde “evlenirsem mutlu olurum”, “evliyken çocuk yaparsam evliliğim kurtulur” otomatik düşünceleri oldukça yaygın.
Otomatik düşünceler; çocukluğumuzda duyduğumuz ve sorgulamadan kabul edip yetişkin hayatımıza taşıdığımız fikirlerdir.
Hayatını bu fikirler üzerine inşa eden insanların mutsuzluk depremleriyle sarsılması çok sık görülen bir durumdur.
Çünkü kişi, farkında olmadan mutluluğu bir koşula bağlar.
“Ancak evlenirsem mutlu olabilirim” veya “sadece çocuklu çiftler mutludur” gibi ön kabuller ile hayatı algılar.
Dolayısı ile sevgilisi veya eşi olmayan kişi, farkında olmadan kendi kendini mutsuzluk tuzağına düşürmüş olur.
Bununla da kalmaz, mutsuz bir ruh hali içindeyken karşısına çıkan insanlardan hangisini hayatına alacağına karar verirken “kim beni mutlu edebilir” süzgecini kullanır.
Genellikle de seçtiği kişi, kendine aşina olan; yani bir şekilde anne veya babasını andıran biri olur.
Çünkü yalnızken mutsuz olan yetişkin birinin “kim beni mutlu edebilir” süzgeci:
Beni çocukken en çok mutlu eden kişi(ler) kimdi?Annem veya babam.
O zaman annem veya babama benzer biri beni yeniden mutlu edebilir.
gibi bir düşünce silsilesi ile çalışır, tabii bu düşünceler bilinç dışında gerçekleştiği için kişi bunların farkında değildir.
Üstelik bu karar mekanizmasının avantajlarından biri de kişinin kendini güvende hissetmesine yol açar.
Çünkü bir insan; kendini alışık olduğu durumlar içindeyken ve aşina olduğu insanlar ile birlikteyken güvende hisseder.
Anne veya babasını andıran birini evlenmek üzere hayatına alan kişi; o tip insanların iyi ve kötü yönlerini ezbere bildiği için zaten kurulu olan savunma mekanizmasını olduğu gibi evliliğine monte ederek zarar görme ihtimalini minimize etmeye çalışır.
Tabii ki “beni mutlu etsin” beklentisi ve baskısıyla başlayan bir evlilik mutsuzluğa mahkumdur.
Belirlenen bir hedefe ilerlerken atılan her adımda vücut mutluluk hormonu salgılar.
Kişi, “evlenmeyi” hedef olarak belirlemişse; evlenene kadar geçen süreç boyunca (söz, nişan, alışveriş vs.) mutlu olur.
Evlendikten sonra ortada bir hedef kalmadığı için mutluluk hormonu seviyesi azalmaya başlar.
Bu sefer de yeni bir hedef belirlenir: çocuk yapmak.
Çocuk yapana kadarki süreç de insanı mutlu eder, ta ki çocuk doğana kadar…
Sonra da farklı farklı hedefler belirlenerek aynı döngü tekrarlanır.
Bütün bu döngü içinde çiftler uyumlu ise herhangi bir sorun yoktur.
Ancak ortadaki uyumsuzlukları bastırmak, görmezden gelmek, halının altına süpürmek için bu hedefler bahane olarak kullanılıyorsa nihai mutsuzluk sadece ertelenmiş olur.
Üstelik bir insanı hayata getirmek gibi ulvi ve kutsal bir eylem de iki insanın kolay yolu seçmesi ile kirletilir.
Böyle bir hikaye ile dünyaya gelen ve bu gibi ebeveynler tarafından yetiştirilen çocukların da sağlıklı büyümesi mümkün değildir.
Bu tip bir aileye doğan çocuk, yetişkinlik hayatına otomatik düşüncelerini sorgulamadan devam ederse aynı döngüyü tekrar etmiş olur ve sonuçta bir mutsuzluk makinesi ortaya çıkar.
Coğrafya, aile ve çocukluk kaderdir; bunu sürdürmek ise tercihtir.
İnsan, kaderini sorgularsa bazı yanlışlar ile yüzleşir.
Bu yanlışların yanlış olduğunu kabul ederse değiştirme imkânı doğar.
Değiştirmek için azimli ve kararlı bir şekilde çaba sarf ederse de mutsuzluk makinesini stop edebilir.
Mutsuzluk döngüsünden çıkmak için kişinin yapması gereken ilk şey, mutluluk ile memnuniyet hallerini birbirinden ayırmaktır.
Çoğu insan bunları birbirine karıştırır.
Mutluluk; coşkun, manik, dışa dönük, enerjik ve savruk bir ruh halidir.
Bunun sürekli olması mümkün değildir, insan fizyolojisi ve biyolojisine aykırıdır.
Oysa ki memnuniyet; kişinin içinde bulunduğu durumdan şikayetçi olmama, o durum karşısında minnet duyma ve huzurlu olma halidir.
Bu ruh hali, uzun süren ve sık tekrar eden periyotlarla yaşanabilir.
Sevgilisi veya eşi olmayan biri eğer yalnızken memnuniyet içinde ise ve evlenmek istiyorsa dikkat etmesi gereken bir sonraki husus; müstakbel partnerini seçerken kendisine uygun biri olduğuna emin olmaktır.
Uygunluk kriterleri:
Sosyo-ekonomi (kültür, yaş farkı, eğitim seviyesi, maddi gelir vs.)
Sevgi / aşk
Cinsellik
Yalnızken de memnun olabilen, sosyo-ekonomik açıdan birbirine yakın, birbirini seven veya birbirine aşık, cinsel açıdan da uyumlu olan bir çift evlendiği takdirde tabii ki mutlu olur ve memnuniyet periyotlarını güçlendirir, periyotların süresini de uzatır.
Aynı çift, memnun oldukları evliliklerini çocuk yaparak taçlandırırsa da pozitif döngü makinesi çalışmaya başlar.
Böyle bir ortamda büyüyen çocuğun fiziksel ve psikolojik olarak sağlıklı yetişmesi çok daha olasıdır.
Bu yazıyı okurken daha önce hiç sorgulamadığınız otomatik düşünceleriniz olduğunu fark ettiyseniz,
Mutlu olmayı ancak bir sevgili veya evlilik koşuluna bağlamışsanız,
Evlilik öncesinde müstakbel eşinizle ilgili kafanızda soru işaretleri varsa,
Evliliğinizin gidişatından memnun değilseniz ve bir şeyleri değiştirmek istiyorsanız
danışmanlık alabilirsiniz.
Profesyonel bir danışman, uzun zamandır kafanızda dönüp duran ama bir türlü adını koyamadığınız duygu ve düşüncelerinizi fark etmenize ve tanımlamanıza yardımcı olur.
Tanımlanmış duygu ve düşünceler, size ne istediğiniz hakkında da somut bir tablo çizer.
Ne istediğini bilen birinin ise isteğini elde etmesi kolaylaşır, üstelik bu süreçte danışmanın yol gösterici yönlendirmeleri de pusula görevi görür.
Elinde pusula olan ve nereye gitmek istediğini bilen kişi için geriye sadece o yolda ilerlemek kalır…
Danışmanlık randevusu almak için tugrulkatkak@gmail.com adresine e-posta gönderebilir veya aşağıdaki butona tıklayarak WhatsApp üzerinden iletişime geçebilirsiniz.
Kökeni insanlık kadar eskiye dayanan yalanın kimilerine göre çeşitli renkleri vardır.
Genellikle kimseye zararı olmadığı düşünülen yalanlara pembe veya beyaz renkleri yakıştırılır.
Tabii ki nezaket gereği bazen aklımızdan geçenleri olduğu gibi söyleyemeyebiliriz.
Bunun altında karşımızdaki insanı üzmemek gibi iyi niyetli bir tutum vardır.
Ancak bu durum kronikleşirse, söyleyen ve maruz kalan arasındaki ilişki zarar görmeye başlar.
“Cehenneme giden yol, iyi niyet taşlarıyla döşenmiştir” atasözü bu durumu çok şık bir şekilde özetler.
Söylenen yalan iyi niyetli bile olsa, kronikleşmesi halinde söyleyenin zihninde şöyle bir bilinç dışı varsayım oluşturur:
“Ben karşımdaki insanın duygularından sorumluyum.
Onun duygularının incinip incinmemesi benim kontrolümde.
Üzülmemesi için gerekirse kendi gerçekliğimden ödün vermeli ve yalan söylemeliyim.”
Bu varsayım, öncelikli olarak ilişkideki güç dengesini bozar.
Çünkü her insan kendi duygularından sorumlu olmalıdır.
Kişi, kendi duygularının sorumluluğunu başkasına yüklerse edilgen hale gelir; bu da sömürüye açık olmak demektir.
Eşinizin, kardeşlerinizin, evladınızın, hatta anne/babanızın sizi duygusal açıdan sömürerek aslında istemediğiniz şeyleri yaptırmaya çalışmayacağını düşünüyorsanız naif uykunuzdan uyanma zamanı…
Karşısındaki insanın duygularını kontrol edebildiğini fark eden kişi; o ilişki içinde kendini güçlü, muhatabını ise güçsüz görmeye başlar.
Dolayısı ile zaman içinde güçsüz gördüğü kişiye olan saygısını kaybeder.
Saygının olmadığı herhangi bir ilişkinin duygusal tatmin sağlaması mümkün değildir.
Eğer bahse konu olan ilişki romantikse, cinsel arzu ve tatmin de uzak diyarlara yelken açar.
Tabii bazı ilişkilerde güç dengesi başka sebeplerden dolayı zaten bozuktur veya taraflardan biri öyle algılar.
Bunlar sosyo-ekonomik hiyerarşi, yaş farkı, toplumsal cinsiyet rolleri gibi sebepler olabilir.
Böyle sebeplerden ötürü taraflardan biri, diğeri üzerinde hakimiyet kurmaya çalışırsa kendini dezavantajlı, güçsüz gören taraf; dengeyi sağlayabilmek için zaman zaman yalana başvurabilir.
Yalan söyleyen kişi, muhatabını kandırmayı kendi zihninde bir güç/zeka gösterisi veya üstünlük kurma olarak kodlamış olabilir.
Tabii bunu yaparken kendini de kandırdığının farkında değildir.
Çünkü asıl yapması gereken reel güç dengesizliğine vurgu yapmak, ilişki yaşadığı kişiden hakimiyet kurmaya yönelik davranışlarına son vermesini istemek ve bunu ortadan kaldırmak için bireysel çaba sarf etmek iken; yalana başvurmak bu ilişkideki dengesizliğin sürmesine sebep olur.
Her koşulda yalan söyleyen kişi kendinden ödün vermiş olur.
Söylediği her yalan esnasında kendine şu subliminal mesajı verir:
“Ben kendi gerçekliğimin arkasında duracak kadar güçlü değilim.
Gerçek benliğimi, isteklerimi ve arzularımı dile getirirsem kabul görmem.
Çünkü aslında ben gerçekte olduğum gibiyken sevilecek biri değilim, değersizim.”
Gerçeklerle yüzleşmek ve varsa dezavantajlı olduğu durumlarda kendini geliştirerek sorumluluk almak yerine kolaya kaçarak kronik yalana başvuran kişi; bu yöntemde ısrar ettiği sürece kendini güçsüzleştirmeye ve değersizleştirmeye devam edecek, aslında sevilmeyi hak etmediğini bir zikir gibi kendi kendine tekrar edecektir.
Bazen kendimizle ilgili algılarımızda yanılabiliriz de…
Ortada reel herhangi bir dengesizlik yokken çeşitli konularda kendimizi dezavantajlı gibi hissedebiliriz.
Bu hislerin kökeni büyük oranda çocukluk yaşantılarımıza dayanır.
İçine doğulan kültürel ortam, ebeveynlerin yetiştirme tarzı veya genetik bazı sebepler kişide aşağılık kompleksine yol açabilir.
Çoğu insan bu komplekslerle yüzleşmek yerine kendini ve çevresini kandırmaya çalışır.
Buna popüler kültürde Burhan Altıntop sendromu da diyebiliriz.
Kişi, olmadığı biri gibi davranarak otantik benliğini saklar.
Böylelikle kurulan ilişkiler yüzeysel ve sahte kalmaya mahkum olur.
Yüzleşildiği takdirde dezavantaj olarak algılanan bazı özelliklerin aslında eksiklik değil, farklılık olduğu anlaşılır.
Farklılık; bakış açısına göre zenginlik, çeşitlilik anlamına da gelebilir.
Zaten farklılığı eksiklik olarak gören biri ile duygusal tatmin sağlayacak herhangi bir ilişki kurmak da mümkün değildir.
Her hâlükârda yalan, duygusal ve yakın ilişki kurmuş insanlar arasına mesafe koyar.
Çünkü yalanın olduğu bir ilişkide artık taraflar aynı gerçekliği paylaşmıyor demektir.
Kronikleşmesi halinde zararsız görülen pembe/beyaz yalanlar için de aynısı geçerlidir.
“Bu pantolon kalçamı büyük mü gösterdi Mahmut?” klişesi üzerinden gidelim.
Mahmut tabii ki burada “pantolonla alakası yok, sen şişmansın” dememeli.
Ne söylendiğinden çok, nasıl söylendiği önemlidir.
Yerinde bir üslupla:
“Hayatım, bu pantolon sana pek yakışmadı sanki. Daha güzel bir kıyafet bulabilecek kadar zevkli biri olduğunu düşünüyorum…” demesi halinde zararsız yalan söylemekten çok daha sağlıklı bir tutum sergilemiş olur.
Çünkü zaten pantolonun kalçasını büyük mü gösterdiğini soran kişi, içten içe kalçasının büyük olduğunun farkındadır.
O sorunun alt metninde “beni kalçamın büyük olmasına rağmen çekici buluyor musun?” mesajı vardır.
Mahmut çekici buluyorsa zaten sorun yok.
Çekici bulmadığı halde pembe/beyaz yalana başvurarak “yoo, gayet güzel oldu” demesi ve bunu kronikleştirmesi halinde belirli bir zaman sonra tarafların arasındaki zihinsel, duygusal ve cinsel mesafe giderek açılacaktır.
Yakın ilişkilerinizde kronik yalan söylemek zorunda hissediyor veya kronik yalanlara maruz kaldığınızı düşünüyorsanız ve bundan şikayetçiyseniz danışmanlık almayı düşünebilirsiniz.
Danışmanlık sürecinde, ilişkinize yalanın girmesine sebep olan dinamikler analiz edilir.
Sorunun kaynağı belirlendikten sonra çözmesi çok daha kolay olur.
Kendinize dair gerçek dışı olumsuz yargılarınız varsa danışman eşliğinde bunlarla yüzleşmek ve onları eksiklik değil; farklılık, çeşitlilik, zenginlik olarak kabul etmeniz daha sancısız olacaktır.
Danışmanlık randevusu için tugrulkatkak@gmail.com adresine e-posta gönderebilir veya aşağıdaki butona tıklayarak WhatsApp üzerinden iletişime geçebilirsiniz.
Bilmeyenler için: Tinder, insanların romantik veya cinsel partner bulmak için kullandıkları sanal bir platformdur.
Dünya çapında Tinder kullanan 75 milyon kadın ve erkeğin bir kısmı hayatının aşkını ararken bir kısmı ise yalnızca o geceyi veya hafta sonunu birlikte geçirebileceği birini bulmak için ava çıkar.
“Ava çıkma” tabirini bilinçli olarak kullandım, çünkü Tinder’de profili olan herkes ne aradığını açıkça dile getirmez.
Örneğin; henüz tanıştığı bir kadını sadece o geceliğine yatağa atmak için “ilk görüşte aşık olmuş” rolünü yapan erkek klişesine Tinder’de sıkça rastlayabilirsiniz.
Buradaki ana problem, bir insanın tek gecelik ilişki araması değildir.
İstediğini elde edebilmek için karşısındaki insanı kandırma yoluna gitmesidir.
Bu kandırma performansının sonunda da henüz tanıştığı biri ile yapacağı seksi bir mükâfat olarak görmesidir.
Ödülü elde ettikten sonra da bir gece önce cinsel ilişki kadar mahrem bir şeyi paylaştığı insana karşı günümüzde “ghosting” denilen; görmezden gelme, umursamama, yokmuş –hatta hiç olmamış– gibi davranma tutumunu benimser.
Her ne kadar yukarıdaki örnekte olduğu gibi istatistiksel olarak bu davranışı sergileyen insanların cinsiyeti çoğunlukla erkek olsa da bu yönteme başvuran kadınlar da vardır.
Tabii hem toplumsal hem de biyolojik açıdan bir kadının, bir erkeği yatağa atabilmesi için genellikle aşık rolü yapmasına gerek yoktur.
Ancak Tinder gibi bir platformda seksten öte, derin ve duygusal açıdan tatmin edici bir ilişki arayan erkeğin karşısına çeşitli sebeplerden ötürü yalnızca cinsel partner aradığını açıkça ifade etmeyen bir kadın çıkarsa birlikteliklerinin finali yine yukarıdaki örneğe benzer.
Bu “avlanma” yöntemi işe yaradığı sürece aynı davranış, farklı insanlar üzerinde sistematik olarak uygulanmaya devam eder.
Psikopatlığın belirtileri arasında;
Kısa sürede harcanan minimum efor ile maksimum tatmin beklentisi,
Empati yoksunluğu,
Düzenli yalan söyleme ve kandırma eğilimi,
Dilediğini, dilediği zaman, dilediği kişiye, sonuçlarını umursamaksızın yapma tutumu
gibi anti-sosyal kişilik bozukluğu özellikleri vardır.
“Tinder insanları psikopat yapıyor” demek yüzeysel bir yaklaşım olur.
Zira her insanın içinde psikopatik eğilimler vardır.
Tinder ve benzeri uygulamalar; bu eğilimleri sömürmekle kalmayıp aynı zamanda motive etmekte, desteklemekte ve ödüllendirmektedir.
Eski bir Tinder çalışanının, belirli bir süre boyunca kimseyle eşleşemeyen Tinder kullanıcılarını sahte hesaplarla eşleştirdiklerini itiraf etmesi birkaç yıl önce gündemi meşgul etmiştir.
Bu sahte hesapların profillerini özellikle çekici kadın ve erkek fotoğraflarıyla süslediklerini anlatan çalışan, otomatik mesajlaşma yazılımı sayesinde sahte hesapların kısa bir süreliğine eşleştikleri gerçek insanlarla yazıştığını da ifade etmiştir.
Kimseyle eşleşemeyen insanlara “Pes etme, hâlâ umut var. Denemeye devam et” mesajını subliminal bir yolla vermeyi amaçlayan bu yöntem, yukarıda anlattığım psikopatik davranışın kandırma ve sonrasında yokmuş gibi davranma dinamiklerini olduğu gibi kopyalamaktadır.
Aynı yöntemi kumarhanelerdeki dijital slot makinelerinin de kullandığını göz önüne alırsak; Tinder ve benzeri uygulamaların, insanı insan yapan zaafları bilinçli bir şekilde sömürdüğü ve manipüle ettiği daha net anlaşılır.
Burada üzerimize düşen sorumluluk, zaaflarımızın farkında olmaktır.
Tinder gibi bir platformda duygusal açıdan tatmin edici bir ilişki arayan insan, herkes gibi sevme/sevilme ihtiyacı duyuyor demektir.
Ancak buradaki hata, sevme/sevilme ihtiyacını karşılamak için başvurulan platformdur.
Romantik bir ilişkinin, her iki tarafı da duygusal açıdan tatmin edebilmesi için bazı gereksinimler vardır.
Bunlardan bazıları:
Birbirine yakın sosyo-ekonomik statülere sahip olma,
Hayatı benzer değer yargılarıyla yorumlama,
Tarafların ilişkiden beklentilerinin birbiriyle uyumlu olması,
İlişkiye harcanan efor ve adanmışlığın denkliği.
İnternet üzerinden tanıştığınız, hiçbir ortak tanıdığınızın olmadığı, aynı sosyal ortamı daha önce hiç paylaşmadığınız birinin; sizi sadece elde edebilmek için olduğundan farklı biriymiş gibi davranması durumunda tuzağa düşme ihtimaliniz oldukça yüksektir.
Çünkü karşınızdaki insanı başka koşullar altında görmediğinizden kıyaslama yapamazsınız.
Sanki sürekli sizinle olduğu gibi biriymiş zannedersiniz.
Bu yüzden psikopatik eğilimlerini bu gibi platformlarda avlanmak için kullanan insanlar, çoğu zaman sizinle baş başa kalmak isterler.
Arkadaşlarınızla bir araya gelme, farklı aktiviteler yapma gibi tekliflerinizi reddetmeye meyilli olurlar.
Tinder gibi bir platformda yer almak, kişinin sosyal hayatı hakkında da bize az çok bilgi verir.
Kişi, reel bir sosyal ortamda “aradığını” bulamamış veya çeşitli sebeplerden ötürü elde edememiş olmalıdır ki Tinder ve benzeri bir uygulamaya başvurmak durumunda kalmıştır.
Tabii ki her insan, her istediğini, istediği her zaman elde edemeyebilir. Bu çok doğaldır.
Doğal olmayan, Tinder gibi platformların bu doğal duruma yapay bir “çözüm” sunduğu iddiasıdır.
Bu “çözüm”; insanlara yeni biriyle tanışmayı kolaylaştırdığını, hızlandırdığını iddia etmektedir.
İnsan; kısa sürede tanınabilecek ve sahici bir samimiyet kurabilecek kadar basit bir varlık değildir.
Kaldı ki cinsel ilişkinin aynı partnerle sıkça tekrar edilmesinin, karşılıklı hazzı giderek artırdığı bilimsel olarak defalarca kanıtlanmıştır.
Ayrıca; elinin altında “eşleşebileceği” yüzlerce adayın olduğunu bilen birinin kendini yeni tanıştığı birine adamasını, kurduğu ilişkiyi güçlendirmek ve derinleştirmek için çaba sarf etmesini beklemek hayalcilik olur.
Dolayısıyla, sevme ve sevilme ihtiyacı duyduğunuzun farkındaysanız Tinder gibi platformlara başvurmaktansa sosyal çevrenizi genişletmek uzun vadede daha sağlıklı bir seçenektir.
Yeni bir hobi edinebilirsiniz; aynı hobiyi paylaşan insanların birbiriyle tanışması daha kolay, iyi geçinme ihtimalleri de daha yüksektir. Çünkü zaten birlikte yapmaktan hoşlanacağınız bir aktivite sayesinde tanışmış olursunuz.
Kendinizi geliştirebileceğiniz alanlar varsa kurs, atölye, eğitim programları gibi ortamlarda size uygun birini bulma şansınız artar. Aynı konuda gelişime ihtiyaç duyuyor olduğunuza göre otomatik olarak bazı ortak noktalarınız var demektir.
Önemsediğiniz bir dava, sosyal hareket veya toplumsal bir problem varsa; bu alanda yapılan gönüllü çalışmalara katılabilirsiniz. Bu sayede hem fayda sağlama, işe yarama ve fark yaratmanın getirdiği pozitif duyguları tadabilir hem de sizinle benzer değer yargılarına sahip olan ve bu uğurda elini taşın altına koyabilecek kadar özverili insanlarla tanışmanız mümkün olur. Kim bilir, belki de içlerinden beğenip hoşlanacağınız birileri çıkabilir.
Ayrıca bu gibi ortamlarda tanıştığınız kişinin başka insanlarla etkileşimine dikkat edebilir, farklı koşullarda nasıl biri olduğunu gözlemleme imkânına sahip olursunuz.
Tinder gibi platformları uzun süredir kullanıyor ancak tatmin olmuyor, aradığınızı bulamıyorsanız,
Bu yazıda anlatılan psikopatik eğilimlere sahip biriyle tanıştıysanız ve sonuçlarıyla başa çıkamıyorsanız,
Sevme/sevilme ihtiyacınız sizi sürekli pişman olacağınız riski davranışlara itiyorsa,
Veya bu yazıdaki psikopatik davranışları sergilediğinizi fark ettiyseniz ve değişmek istiyorsanız
danışmanlık alabilirsiniz.
Danışmanlık sürecinde kendinizi tanıyacak, neyi neden yaptığınızı anlamlandıracaksınız.
Memnun olmadığınız bir davranışın temelindeki inancı keşfederseniz, bu davranışı durdurmanız kolaylaşır.
Ne istediğinizi bildiğinizde, onu elde etme ihtimaliniz önemli ölçüde artar.
Yanlış tercihleriniz sonucu canınız yandıysa, danışmanlık sürecinde hatalarınızın farkına varırsınız. Bu sayede aynı hataları tekrar etmemiş olursunuz.
Geçmişte başınıza gelen bir olay size hala acı veriyorsa üzerinde çözümleme yapmak, duyduğunuz acıyı büyük oranda hafifletecektir.
Danışmanlık randevusu almak için tugrulkatkak@gmail.com adresine e-posta gönderebilir veya aşağıdaki butona tıklayarak WhatsApp üzerinden iletişime geçebilirsiniz.
İlk bakışta kaderci bir yaklaşım gibi gözükse de kontrolümüz dışında gelişen olaylara karşı benimseyebileceğimiz sağlıklı bakış açılarından biridir.
Başımıza hoşlanmadığımız bir olay geldiğinde sormamız gereken ilk soru şu olmalıdır:
“Bunda benim bir suçum var mı?”
Bu soruya cevap verirken kendinize mümkün olduğunca adil davranmaya çalışın.
Bahse konu olayda bir ihmâlkârlığınız varsa ve bununla yüzleşip üstlenmiyorsanız, benzeri nahoş durumları tekrar tekrar yaşamaya mahkum olursunuz.
Olayda herhangi bir sorumluluğunuz yoksa “demek ki böyle olması gerekiyormuş” düsturu, yüzeyde olumsuz görünen durumun olumlu taraflarına odaklanma imkanı sunar.
Zira “mutlak iyi” ve “mutlak kötü” diye bir şey yoktur.
Başımıza gelen olayları sonsuz farklı açıdan yorumlamak mümkündür.
Yorumlamayı seçtiğimiz açıyı belirleyen şey büyük ölçüde yetiştiğimiz çevre ve sahip olduğumuz genlerdir.
Ancak iyi haber: Olaylara farklı açılardan bakabilme yeteneği sonradan geliştirilebilir.
Zaten zihinsel esneklik, her durumda mutlu olabilmenin en önemli koşullarından biridir.
Olaylara tek bir açıdan bakarak sadece olumsuz tarafına odaklanmak, zihnimizin bize kurduğu bir tuzaktır.
Bu tuzağa düşmemek için zihinsel esnekliğimizi artırmak, yakın ilişkilerimize de iyi gelir.
Yüzeyde anlaşmazlık olarak görülen çatışmalar, farklı açılardan bakılırsa yakın ilişkilerimize zenginlik katacak fırsatlar olarak da görülebilir.
Bazen gücümüzün sınırlarına dair yanlış fikirlere kapılırız.
Kendimizi, olduğumuzdan çok daha güçlü veya güçsüz zannedebiliriz.
Bu iki kutup arasında hangisine savrulursak savrulalım, bizi çevreleyen gerçekliği yanlış yorumlama gafletine düşmüş oluruz.
Kendimizi olduğumuzdan daha güçlü görürsek çevremizdeki insanları değiştirecek kudrete sahip olduğumuzu düşünürüz.
Oysa ki bir insan, yalnızca kendisi değişmesi gerektiğine kanaat getirirse değişebilir.
Aksi takdirde birini değiştirmek için girişilecek her türlü çaba, hayal kırıklığı ile sonuçlanacaktır.
Gücümüzün farkına varmadan yaşarsak da hem kendimize hem de çevremize karşı sorumluluklarımızı ihmâl ederiz.
Edilgen hale gelir, başımıza gelen olaylarda hep mağdur rolünü üstlenmek zorunda kalırız.
Bu da beraberinde mutsuzluk getirir.
Ne kadar güçlü olduğumuza dair gerçekçi bir fikre sahip olmak, iç huzurun gereklerinden biridir.
Çünkü gücümüzün neye yetip neye yetmediğini bildiğimiz takdirde, sorumluluklarımızın sınırı da kendiliğinden belirmiş olur.
Bu sayede gücümüzün yettiğini kontrol etme, yetmediğini ise kabullenme bilgeliğine erişebiliriz.
Bir olay karşısında mutsuz olan kişinin yaklaşımında “bu böyle olmamalıydı” direnci yatar.
Çoğu insan bu direncin farkında bile değildir.
Dolayısıyla birçoğumuz, üzerinde kontrolümüzün olmadığı kişi ve olaylara karşı sert tepkiler veririz.
“Bu böyle olmamalıydı” direnci yerine “demek ki böyle olmalıymış” kabulü, geçmişe takılı kalmaktansa elimizdeki imkânları kullanarak şimdiki anı şekillendirme gücünü bize hatırlatmış olur.
Danışmanlık seanslarında edineceğiniz zihinsel esneklik, olaylara farklı açılardan bakabilmenizi sağlar.
Edineceğiniz farkındalıklar ise gücünüzün neye yetip neye yetmediğine dair net bir fikre sahip olmanızı mümkün kılar.
Böylelikle anlamsız çatışmalara saplanmaktansa yakınlarınızla daha huzurlu ilişkiler kurabilirsiniz.
Danışmanlık randevusu almak için tugrulkatkak@gmail.com adresine e-posta atabilir veya aşağıdaki butona tıklayarak WhatsApp üzerinden iletişime geçebilirsiniz.
Hata, bilmediğimiz bir şeyi öğrenmek için fırsattır.
Hata yapmaktan korkan insan aslında her şeyi çevresindeki herkesten daha iyi bildiği/yaptığı illüzyonunun bozulmasından korkar.
Bu illüzyon, kişiye sahte bir üstünlük duygusu verir.
Kendini üstün hissetme ihtiyacı duyan bir insanın düştüğü yanılgı ise kendi değerini başkaları ile kıyaslayarak belirlemeye çalışmaktır.
Örneğin:
“Ayşe’den daha uzunum, o zaman ondan değerliyim.
Mehmet benden daha zeki, o benden daha değerli.
Özge’den daha cesursam ondan daha değerli olmalıyım.
Selim benden daha tecrübeli, onun kadar değerli olamam.”
Kendini bu şekilde tanımlayarak öz değerini belirlemeye çalışan kişi; kendine verdiği değeri dış koşullara bağlar.
Her zaman, her alanda birileri birilerinden daha iyi olacaktır.
Bu durum kişiyi olduğundan daha değerli veya değersiz kılmaz.
Değer sübjektiftir; kişiye, şarta ve zamana göre değişir.
Biri için, bir zaman, belirli bir şartta değerli olan kimse; başkası için, başka bir zaman, farklı şartlar altında değersiz olabilir.
Ancak öz değer, yani kişinin kendine biçtiği değer; kiminle, hangi şartta ve ne zaman muhatap olursa olsun, değişmez.
Öz değerimizi belirleyen ve bizi eşsiz kılan şey hayatı algılama ve yorumlama biçimimizdir. Yani bilincimizdir.
Dünyaya aynı genlerle gelen tek yumurta ikizlerinin bile yaşları ilerledikçe hayatı farklı yorumlamaya başladıkları, farklı şeylerden keyif alıp farklı zevklerinin olduğu göz önüne alınırsa insan bilincinin eşsizliği daha da belirginleşir.
Bu yüzden öz değerinizi dış koşullar üzerinden belirlemeyin.
Başkalarının fiziksel, sosyal veya ekonomik dezavantajlarından ötürü kendinizi onlardan üstün hissederseniz “ego” adı verilen sahte benliğinizin tuzağına düşersiniz.
Tuzak diyorum; çünkü bu durumda sizden fiziksel, sosyal veya ekonomik açıdan daha avantajlı biriyle karşılaştığınızda kendinizi aşağılık ve değersiz hissedeceksiniz.
Oysa gerçekte değişen bir şey yok, siz hala aynı sizsiniz. Sadece kıyaslama yaptığınız referansınız değiştiği için kendinizi kötü hissediyorsunuz.
Kendini değersiz hisseden, öz değerinin farkında olmayan insan ise bilinç dışı düzeyde kendisi için iyi olan hiçbir şeyi hak etmediğini düşünür.
Ailevi veya romantik ilişkileri zarar görür. Çünkü kendini değerli hissedebilmek için başvurduğu kıyas yöntemini yakın ilişkilerinde de sürdürür.
Değerli hissedebilmek için çevresindekileri sürekli ezmeye çalışır, ezemedikleri ile de görüşmez.
Bu ego tuzağından kurtulmak için öz değerinizin farkına varmalısınız; bunun için de dışarıya değil, içeriye bakmalısınız.
Kendinizle barıştığınızda, kendinizi olduğunuz gibi kabul ettiğinizde ve öz degerinizin farkına vardığınızda daha mutlu bir insan olacaksınız.
Kendini olduğu gibi kabul eden insan, başkalarını da değiştirmeye çalışmaz. Onları küçümseme ihtiyacı duymaz.
Çünkü kendisinin eşsizliğinin farkında olan kişi, karşısındakinin de eşsizliğinin bilincinde olur ve varlığına saygı duyar.
Yazının başındaki hata meselesine dönersek, tabii ki kendimizi olduğumuz gibi kabul etmek kusursuz ve gelişime ihtiyaç duymayan biri olduğumuz anlamına gelmez.
Eksiklerimizin ve geliştirilebilecek yönlerimizin farkında olup bunlardan ötürü kendimize kızmamaktır kendimizle barışık olmak.
Zaten gelişime ihtiyacımızın olduğunu kabul etmeden gelişmek mümkün değildir.
Dolayısı ile hata yapmaktan korkmayın, hata yapmayan insan hiçbir şey yapmayan insandır.
Hatalarımız bize, kendimizdeki eksikleri ve geliştirilebilecek yönlerimizi gösterir.
Öz değerimizin farkında olup kendimizi olduğumuz gibi seversek, eksik yönlerimizi gidermek ve kendimizi geliştirmek çok daha kolay olacaktır.
Kendinizi değersiz hissettiğiniz için yakın ilişkilerinizde sorun yaşıyorsanız danışmanlık alabilirsiniz.
Danışmanlık sürecinde kendi kendinize kurduğunuz tuzakları fark edecek ve o tuzaklara düşmemeyi öğreneceksiniz.
Bu sayede çok daha sağlıklı ve derin ilişkiler kurmanız mümkün olacak.
Danışmanlık randevusu için tugrulkatkak@gmail.com adresine e-posta gönderebilir veya aşağıdaki butona tıklayarak WhatsApp üzerinden iletişime geçebilirsiniz.
Bizi hayvanlardan ayıran en önemli özelliklerden biri hayal kurabiliyor olmamızdır.
Hayal gücümüzü kullanarak bizim için neyin iyi, neyin kötü olabileceğine dair kafamızda senaryolar çizebiliriz.
Böylelikle olumsuz sonuçlar doğurabilecek şeylerden kendimizi koruyabilir; bunları gerçek hayatta tecrübe etmek zorunda kalmadan önünü alabiliriz.
İstek de hayal gücünün dahil olduğu ve son derece insani bir olgudur.
Hayal gücümüz sayesinde istediğimiz bir şey gerçekleşirse hayatımızın nasıl değişebileceğine dair fikir sahibi oluruz.
Bazen ihtiyacımız olmayan veya bize iyi gelmeyecek şeyleri de isteyebiliriz.
Bunun farkında olduğumuz sürece başımıza gelebilecek olumsuzlukları göze almışız demektir.
Ancak çoğu zaman insan; kendisi için neyin iyi, neyin kötü olduğunu bilemez.
Hatta bazen ne istediğini bile bilemeyebilir.
Öz farkındalık, bu gibi durumlarda kritik bir rol oynar.
Yüksek öz farkındalığa sahip biri neyi, niye istediğini; bu istediği şeyin ona iyi mi yoksa kötü mü geleceğini bilir.
Kendini yeteri kadar tanımayan; ihtiyaçları, eksiklikleri veya becerileri hakkında rasyonel bir analiz yapamayan biri ise ne istediğine dair net bir fikre sahip olmayabilir.
Örneğin, araba sahibi olmayı bilinç dışı düzeyde maddi bir teminat olarak algılayan bir kişi; peşinat için para biriktirmeye başlar.
Uzun yıllar boyunca gerekli parayı denkleştirmeye çalışır, ardından geri ödemesi bir hayli zorlayıcı olacak kredi borcunun altına girer ve nihayet arabasına kavuşur.
Bu kişi yeterli öz farkındalığa sahip değilse daha aracın kredisi bitmeden;
Aslında arabalardan hiç de hoşlanmadığı,
Hayat tarzının bir otomobile uygun olmadığı,
Bir yere giderken trafik yoğunluğu veya park yeri stresi çekmek istemediği gerçekleriyle yüzleşebilir.
İşte bu noktada yıllardır yanlış bir yatırım stratejisi izlediğini anlar, parasını çok daha iyi değerlendirebileceğini idrak eder.
Bu gibi durumlara düşmemek için yeterli öz farkındalığa sahip değilseniz, istediğiniz şeyler için bir artı/eksi tablosu yapabilirsiniz.
Örneğin araba sahibi olmanın en önemli avantajlarından biri hareket kabiliyeti sunması iken;
Sigortası,
Kaskosu,
Vergisi,
Bakımı,
Muayenesi işin içine girdiğinde,
Aracını kırk yılda bir kullanacak biri için kiralama yöntemi, bu dezavantajları göze almaktan daha mantıklıdır.
Artı/eksi tablosu sayesinde araba almak yerine kiralamayı seçen kişi, gereksiz masraflardan kendini korumuş olur.
Tabii bazı isteklerimiz de vardır ki bir türlü gerçekleşmez.
Uzun zamandır gerçekleşmeyen istekler, genelde hayatımızı derinden etkileyecek ve yönünü değiştirecek türden isteklerdir.
Örneğin; evlenmek, kendi işini kurmak, yurt dışına taşınmak…
Bu gibi istekleri bir türlü gerçekleşmeyen insanlar sıklıkla çevrelerine dert yanarlar.
Ne kadar istediklerini, bu isteklerinin neden gerçekleşmediğini bir türlü anlayamadıklarını, çıkan aksilikleri, hesapta olmayan gelişmeleri uzun uzadıya anlatırlar.
Genelde de bu aşamada takılı kalırlar.
Çünkü isteklerinin gerçekleşmemesini dış sebeplere bağlarlar, kendi içlerine dönüp rasyonel bir muhakeme yapmazlar.
“Ben bunu neden istiyorum?”
“Bu gerçekçi bir istek mi?”
“İstediğim şey gerçekleşirse mutlu olacak mıyım?”
“İstediğim şeyin avantajlarına sahip olmak için dezavantajlarını göze almaya razı mıyım?”
“İstediğim şeyi elde ettikten sonra sürdürebilecek kapasiteye, beceriye, özveriye sahip miyim?”
Bu gibi soruları kendimize sormaktansa, hiçbir somut fayda sağlamayacak ve ardı arkası kesilmez şikayetlere sığınmak her zaman daha konforludur.
Konfor kulağa hoş gelse de herhangi bir gelişime imkan tanımaz.
İnsan konforlu olduğu yerde durağanlaşır, ilerlemek için bir motivasyonu yoktur çünkü.
Halbuki gelişim her zaman zorludur.
Kaslarını güçlendirmek isteyen birinin ağırlık çalışırken zorlanması gibi;
Hayatını derinden etkileyecek ve gidişatını değiştirecek türden isteklerini gerçekleştirmeye kararlı birinin de konfor alanını terk etmeye hazır olması gerekir.
Bu da yetmez, konfor alanını terk ettikten sonra yüzleşeceği zorlukların üstesinden gelebilecek kapasite ve beceriye sahip olması da şarttır.
Eğer kişi, bu kapasite ve beceriye sahip olmadığının bilinç dışı düzeyde farkındaysa; ancak bununla yüzleşmek istemiyorsa, isteklerinin gerçekleşmemesi için kendi kendini sabote ediyor olabilir.
Halbuki kapasite, çaba sarf ederek artırılabilir.
Beceri, çalışarak kazanılabilir.
Dolayısıyla uzun zamandır gerçekleşmeyen istekleriniz varsa;
Artı/eksi tablosu ile gerekli rasyonel analizi yaptıktan sonra isteğinizi elde etme konusunda hala kararlıysanız;
Sürekli şikayet etmek yerine aşağıdaki yöntemi deneyebilirsiniz:
Önünüze kağıt ve kalem alın. (Somut bir kağıt ve kalem, teknolojik bir alet üzerinde yazı yazmaktan daha etkilidir.)
En üste istediğiniz şeyin ne olduğunu yazın. (Örn. “Yurt dışına taşınmak”)
Bu isteğinizin gerçekleşmesi, gerçekleştikten sonra da sürdürülebilmesi için nelerin gerekli olduğuna dair olabildiğince fazla şeyi alt alta yazın. (Örn. “pasaport, yabancı dil, vize/oturum/çalışma izni, yabancı bir ülkede kendi ayaklarının üzerinde durabilme yeteneği, yeni bir sosyal çevre edinme becerisi vs.)
Daha sonra bu gerekli olan şeyler arasında sahip olduklarınızın, üstesinden gelebileceklerinizin üstünü çizin.
Kalan maddeleri başka bir kağıt üzerinde önem sırasına göre yeniden yazın.
Bu gerekliliklerin her birine, elde etme zorluğu ile ilgili 10 üzerinden puan verin.
Sonra da elde etmesi en kolay olandan en zora doğru her madde için tek tek çaba sarf etmeye başlayın.
Belki de bu yöntemi denedikten sonra tüm bunları göze alamayacağınızla yüzleşeceksiniz.
Ama öyle bile olsa en azından şikayet etmeyi kesecek, belki de kendinize daha gerçekçi istekler için alan açmış olacaksınız.
Eğer neyi, niye istediğinizi bilmiyorsanız veya uzun zamandır gerçekleşmeyen bir isteğiniz varsa ve sebebini tek başınıza bulamıyorsanız danışmanlık almayı düşünebilirsiniz.
Rasyonel bir bakış açısıyla sizi dinleyecek profesyonel bir danışman, isteklerinizin neden gerçekleşmediğine dair analitik bir farkındalık kazanmanıza yardımcı olur.
Bu sayede isteklerinizi gerçekleştirmeye adım adım yaklaşabilir veya kendiniz için daha uygun istekler belirleyebilirsiniz.
Danışmanlık randevusu için tugrulkatkak@gmail.com adresine e-posta gönderebilir veya aşağıdaki butona tıklayarak WhatsApp üzerinden iletişime geçebilirsiniz.
Yetişkin çocuklar ülkesinde, bireyler reşit olmalarına rağmen sürekli ebeveynlerinin veya ebeveyn yerine koydukları kişinin rıza ve onayına ihtiyaç duyarlar.
Fikir sormakta elbette bir sakınca yoktur, ancak yaptığınızın fikir sormak olduğuna eminseniz.
Fikrini sorduğunuzu sandığınız kişi, onun söylediğini yapmadığınız takdirde size tepki veriyorsa siz aslında fikir sormuyor; talimat veya onay almaya çalışıyorsunuz demektir.
Çünkü başkasının dediğini yapan kişi, herhangi bir terslik halinde sorumluluğu üzerinden atabilir.
Kendi kendini “ben sadece bana söyleneni yaptım” diyerek avutur.
Ancak sürekli başkalarının dediğini yapan kişi kendi hayatını değil, başkasının hayatını yaşar.
Başkasının arzuları doğrultusunda hareket eder, başkasının onayladığı kişilerle görüşür, başkasının istediği gibi giyinir, hatta başkasının seçtiği kişiyle evlenir.
Bu başkası, kişinin ebeveyni ise bireyleşememe ve ebeveynden ayrışamama durumundan söz edilebilir.
Genelde kaygılı ebeveynlerin çocuklarında görülen bu durum, çoğu zaman çocuk yetişkin olduktan sonra da devam eder.
Çocuk “sen yapamazsın, ben hallederim” veya “sen ne anlarsın, bana sor” gibi sözleri duyarak büyüdüğü için bağımsız karar alma mekanizmasının gelişmesine fırsat olmamıştır.
Dolayısıyla yetişkin olmasına rağmen, ebeveyni ulaşılabilir olduğu sürece ebeveynine; ebeveyni ulaşılabilir değilse ebeveyn yerine koyduğu kişiye sormadan hareket edemez hale gelir.
Peki ebeveynin bundan çıkarı nedir?
Birkaç çıkardan söz edilebilir:
Söz geçirerek kendini güçlü hissetme ihtiyacını evladı üzerinden giderme,
Evladı üzerindeki otoritesini kullanarak şahsi menfaat elde etme,
Ebeveyn olmaya dair sorumlulukların bir kısmını evladın üzerine yıkma,
Evladını yetersiz yetiştirerek veya yetersizmiş gibi gösterek kendi yetersizliklerini gizleme,
Kendi yapamadığı ve içinde ukte kalan şeyleri evladına yaptırarak kendini tatmin etme.
Bu gibi ebeveynlerin en büyük silahları sevgi ve şefkattir.
“Hiç sevgi ile şefkatten silah olur mu?” demeyin, koşullu verildiği sürece bal gibi de olur.
Ebeveyn çocuğuna “şunu yaparsan seni severim”, “şöyle bir insan olursan sana şefkat gösteririm” gibi ifadeleri açıkça söyler veya satır arasında belli ederse; anne-babasının sevgi ve şefkatini hak etmek isteyen çocuk kendisine her denileni yapar.
Oysa ki sevgi özünde koşulsuzdur, koşullu olan kontrol ve manipülasyon aracıdır.
Koşullu sevgi ile büyümüş olan kişi, reşit olduktan sonra da sevgiyi hak etmek için sevgisine ihtiyaç duyduğu insanların dediklerini yapmaya devam eder.
Bu süreçte çoğu zaman kendinden, arzularından ve isteklerinden feragat eder.
Bu dinamikten iki taraf da memnun olduğu sürece bir anlaşmazlık çıkmaz.
Hatta sevgi ve onay merciini ebeveyni olarak gören kişi, evlendikten sonra da eşiyle olan ilişkisine sürekli ebeveynini dahil eder.
Evlilikte yaşanan sorunları birçoğu ve çift olamama probleminin kaynağı budur.
Çünkü evlilik karı-koca arasında değil, karı-koca-ebeveyn üçgeni içinde yaşanmaya çalışır.
Eğer sevgi / itaat alışverişinde evlat, çeşitli sebeplerden ötürü eskisi kadar tatmin olamazsa farklı tatmin odakları aramaya başlar. Çoğunlukla da bulur.
Evladının kendisine eskisi kadar itaat etmediğini anında fark eden ebeveyn de sahip olduğu sahte güç ve otoriteyi kaybetmemek için her şeyi yapar.
Duygusal şantaj, duygu sömürüsü, kendini acındırma, göz korkutma, ajitasyon, küçümseme, hakaret…
Yani sağlıklı bir ebeveyn-evlat ilişkisinde olmaması gereken her şey.
Ebeveyninin rıza ve onayını, maddi veya manevi sebeplerden ötürü kaybetmek istemeyen yetişkin birey de ya pes eder ya da ebeveynini kandırır.
Kronik yalan, uzun vadede kişiyi kimliksizleştirir. Kronik yalana mahkum olan insan, bir süre sonra var olduğunu hissedemez hale gelir.
Ayrıca yalan, söyleyen ile söylenen kişi arasındaki duygusal bağı koparır. Taraflar artık duygusal açıdan farklı düzlemdelerdir. Samimi ve gerçek bir duygusal ilişki kurmak imkansızlaşır.
Ebeveyninize maddi açıdan bağımlı olmayan bir yetişkin çocuklar ülkesi vatandaşıysanız profesyonel danışmanlık alabilirsiniz.
Danışmanlık süreci boyunca ebeveyniniz veya ebeveyn yerine koyduğunuz kişinin üzerinizde kurduğu tahakkümün dayanakları ortaya çıkar.
Bu dayanaklar saptandıktan sonra yerine sağlıklı dinamikler koymak mümkün olur.
Dolayısıyla kişi, ebeveyni dahil kimsenin onay veya rızasına ihtiyaç duymadan ve bu yüzden de vicdan azabı çekmeden kendi kararlarını kendi alabilir hale gelir.
Danışmanlık randevusu almak için tugrulkatkak@gmail.com adresine e-posta gönderebilir veya aşağıdaki butona tıklayarak WhatsApp üzerinden iletişime geçebilirsiniz.
Alkol, uyuşturucu, kumar, sigara, hatta oyun bağımlılığı…
Bunların hepsi kamuoyu tarafından tedavi edilmesi gereken bağımlılıklar olarak görülür.
Bu bağımlılıklardan muzdarip insanların başvurabilecekleri bir sürü merci, hatta bağımlılıklarından kurtulmalarına yarayacak ilaçlar bile vardır.
Ancak bir çeşit bağımlılıktan pek bahsedilmez; çünkü bu son derece kişiye özel, sinsi bir bağımlılıktır.
Kendini aşk, sevgi, tutku, sadakat, özlem, kıskançlık gibi ambalajların altına saklar.
Bunun adı insan bağımlılığıdır.
Bu bağımlılığın muhatabı, ilk başlarda gördüğü ilgiden hoşlanır.
Hatta bazen bağımlılık çift yönlü bile olabilir, sonuçta biraz daha ilgi kimin hoşuna gitmez ki?
Ancak her bağımlılıkta olduğu gibi; bağımlı olan kişi, bağımlı olduğu şeyden zamanla daha fazla ister.
Çünkü başlarda onu mutlu eden doz artık yetmemeye başlamıştır, dozu gün geçtikçe artırmalıdır.
İlişkinin başlarında “her gün görüşelim aşkım, seni çok özlüyorum” cümlesi kulağa hoş gelse de zamanla “neden arkadaşlarınla görüşüyorsun ki? Bana gel, film izleriz”, “iş çıkışı iş arkadaşlarınla kahve içmeni istemiyorum, onlar boş insanlar” veya “alışverişe ben de seninle gelicem” gibi sözler duyulmaya başladığında tehlike çanları çalıyor demektir.
İki taraf da bağımlılığa meyilliyse genelde bu gibi sözler karşılıklı sarf edilir ve itiraz edilmez.
Olabildiğince sık ve uzun vakit geçirilir; ancak taraflar kendilerine, arkadaşlarına ve ailelerine yeteri kadar vakit ayıramadıklarından sosyal ilişkileri bozulur.
Beraberinde yalnızlık gelir, kişi sürekli vakit geçirdiği sevgilisi veya eşinin yanındayken bile zaman zaman kendini yalnız ve çaresiz hisseder; çünkü sosyal desteğinden mahrum kalmıştır.
Kişinin tüm vaktini sevgilisi veya eşine vermesi aynı zamanda hobileri ve ilgi alanlarına yeteri kadar zaman ayıramamasına da neden olur.
Böylelikle kişi kendini akranlarına kıyasla geride kalmış, gündemi takip edemez, hayatı ıskalıyormuş ve isteklerini, arzularını ihmal ediyormuş gibi hisseder.
Bu yüzden de önce birlikte geçirilen zamanın kalitesi düşer, taraflar artık sohbet etmek yerine ya telefonlarıyla oynuyorlardır ya da film, dizi vs. izledikleri ekrana bakmaktan başka bir şey yapmıyorlardır.
Çünkü zaten her şeyi beraber yaptıkları için birbirlerine anlatacak yeni bir şey kalmaz.
Sonra da taraflardan biri diğerine karşı hınçlanmaya başlar.
Aslında içten içe tüm vaktini aynı kişiyle geçirmekten dolayı rahatsızdır ama bunu ya kendine itiraf edemiyordur ya da birlikte olduğu kişiye…
Sonuç olarak taraflar arasında gereksiz gerginlikler çıkmaya başlar.
O ana ait basit bir konu karşıdaki kişinin tüm hayatına, karakterine ve ilişkinin bütününe genellenir.
“Sen zaten hep sorumsuz bir insan oldun!”
“Beni hiç düşünmüyosun!”
“Çok bencilsin!”
Eğer taraflardan biri, ilişkinin dışında daha mutlu olacağına emin olursa ayrılmak ister.
Bunu duyan bağımlı taraf ise saatlerdir sigara içmemiş bir sigara bağımlısı veya madde yoksunluğuna giren bir uyuşturucu bağımlısı gibi tepkiler verir.
Ayrılmak isteyen tarafı tehdit edebilir, şiddet uygulayabilir, hakaret edebilir.
Çünkü bağımlı olan kişiye göre ayrılık talebi bir ölüm kalım meselesidir.
Bağımlı olduğu kişi olmadan yaşayamayacağını zanneder, bu yüzden de verdiği uç tepkileri kendi aklında ve vicdanında rasyonalize eder.
Aslında karşı taraf onun için bir insandan öte bağımlılığını giderdiği bir madde haline gelmiştir.
Dolayısıyla onu kontrol etmek ve sahip olmak istemek son derece doğaldır.
Ancak insanlar sürekli kontrol edilmek ve bir mal yerine konacak şekilde sahip olunmak istemez.
Peki insan bağımlığının sebepleri nelerdir?
İlk olarak kaybetme korkusu sayılabilir.
Hayatındaki kişiyi kaybetmekten çok korkan bir insan, sürekli onunla vakit geçirirse onu kaybetmesine sebep olabilecek koşulları da kontrol edebileceğine inanır.
Yalnızlık da başka bir etkendir.
Yeteri kadar arkadaşa sahip olmayan veya sahip olduğu arkadaşlarıyla, aile üyeleriyle düzenli ve kaliteli zaman geçirmeyen insanlar; ilişki yaşadıkları insanı hem arkadaş hem de aile yerine koyacak, dolayısıyla da tüm vaktini onunla geçirmek kişiye son derece doğal gelecektir.
Gelgelelim insan bağımlılığının en gizli ve belki de en kritik sebebi, kişinin bağımlı olduğu insanın yanında kendini nasıl hissettiği ve nasıl biri olduğudur.
Eğer kişi; sevgilisinin yanında kendini her zamankinden daha mutlu, değerli, güvenli, eğlenceli, kibar, özgüvenli hissediyorsa bu hissi daimi kılmak için tüm vaktini sevgilisiyle geçirmek ister.
Yani aslında insan bağımlısı olan kişi, sevgilisini değil; sevgilisinin yanındaki kendini sevmektedir.
Kendini sevmeyen kişi, değersiz hisseder.
Değersiz olduğunu düşünen biri, mutlu olmayı hak etmediğini zanneder.
Mutsuz insanlar ise çevrelerine olumsuzluk yayar.
Kara bulutlar içinde yaşayan biri, olaylara hep negatif bakar.
Somut bir tehlike olmadığı durumlarda bile kendini güvensiz hisseder.
Sürekli tehdit altında olduğunu düşünen bir insanın özgüvenli olması da mümkün değildir.
Dolayısıyla bağımlı olunan kişi, tüm bu olumsuzlukların panzehri haline gelir.
Ancak hiç kimse ve hiçbir ilişki bu kadar büyük bir baskıyı kaldıramaz.
Hiçbir insan, başkasının her şeyi olamaz.
Hiçbir ilişki, bir insanın tüm hayatı haline gelemez.
Öyle olduğu belki bir süreliğine zannedilir, bunun bir illüzyon olduğu zaman içinde fark edilir.
Taraflar sevgiliyse ayrılmak, kısa vadeli ve kolay bir çözüm olarak görülebilir.
Tabii bağımlı olan taraf, yukarıda yazılanlarla yüzleşmediği sürece aynı kaderi tekrar tekrar yaşamaya mahkumdur.
Taraflar sevgili değil de evliyse boşanmak çoğu zaman zor gelir.
Çeşitli menfaatler veya zorluklar sebebiyle boşanmayı resmiyete dökemeyen çiftler, gönül mahkemesinde boşanır ve duygusal düzlemde birbirinden uzaklaşır.
Eğer taraflardan birinin yakınında uygun bir alternatif varsa aldatma da sıkça görülen bir durumdur.
Dolayısıyla tüm bunları yaşamamak için kişinin önce kendini sevmesi gerektir.
Kendini seven bir insan her şeyin en iyisini hak ettiğini düşünür ve değerli hisseder.
Öz değerinin farkında olan biri ise hayatındaki kişiyi kaybetmekten korkmaz ve kısıtlamaya kalkmaz.
Kendini sadece sevgilisinin veya eşinin yanındayken sevebilen kişi, onun yanındaykenki halini o yokken de sürdürebilirse bağımlı olmak zorunda kalmaz.
Şimdi kendinize şu soruyu sorun:
“Kendimi seviyor muyum?”
Düşünmeden verilen “tabii ki seviyorum” refleks cevabı sizi yukarıda bahsedilen olumsuz durumlardan koruyamayacaktır.
Kendinizi sevmiyorsanız ve nedenini bilmiyorsanız veya bu yazı boyunca bahsedilen olaylardan muzdaripseniz danışmanlık almayı düşünebilirsiniz.
Danışmanın; kişileri ve olayları profesyonel ve tarafsız bir şekilde analiz etmesi teşhisin doğru konulmasına sebep olur.
Teşhis doğru konulduktan sonra tedavinin işe yaraması kaçınılmazdır.
Danışmanlık randevusu almak için tugrulkatkak@gmail.com adresine e-posta gönderebilir veya aşağıdaki butona tıklayarak WhatsApp üzerinden iletişime geçebilirsiniz.